602 items found for ""
- INSAN-2
Haziran 2022 | İnsan | Vol VII İSPANYA’DA BİR UÇUŞ DENEYİMİ Yazı | Mert Çam B arselona’da yaşamaya karar verdiğimde kafamdaki birkaç seçenek arasında bulunan pilotaj eğitimi başta çok da mantıklı görünmese de, bir arkadaşım vasıtasıyla Barselona yakınlarındaki küçük, yerel bir havalimanına konuşlanmış pilotluk okulunu ziyaret ettiğimde kararımı verdim. Kapsamlı sağlık raporları ve sınavın ardından bu serüvene hemen başladım. Hobi olarak bile olsa uçmayı öğrenip kendi kullandığım uçakla istediğim her yere gidecektim. Bu süreçte aldığım geri bildirimlerin hemen hepsi zorlu şartlar, sert ve sıkıcı eğitmenler, hayli kısıtlayıcı havacılık kurallarıyla uçma hevesimin bir süre sonra eziyete dönüşeceği yönündeydi. Ancak unuttukları bir şey vardı. Burası belki de Avrupa’nın en rahat insanlarının yaşadığı İspanya’ydı! MOTORUMUZ ARIZALANDI, İNDİR BİZİ! Bu tatlı gerçekle yer eğitimlerinden sonraki ilk uçuşumda karşı karşıya geldim. 1996 model eski bir Cessna uçak ve yanımda o gün tanıştığım Paco adlı eğitmenimle beraber! Bir adrenalin bağımlısı olarak tedirginlikten çok heyecan duyuyor olsam da, bahsedilen o zorlu kurallar ve gereksiz kısıtlamalardan dolayı istediklerimi yapamayacakmışım gibi hissediyordum. Ta ki Paco her şeyin kurallara uygun olduğuna emin olduktan sonra tüm hakimiyeti bana bırakıp “Vamos! (Gidelim!)” diyene kadar. O telefonunda sosyal medyayla ilgilenirken ben de kendimi Barselona semalarında uçarken buldum. Tamamı için... Print VOL - VII SUMMER 2022 Out of Stock View Details Dijital / Pdf YUZU MAGAZINE - VII 60,00₺ Price View Details
- INSAN-2
Nisan 2020 | İnsan | Meksika Tulum’da karantinada olmayı dj Carlita anlatıyor Yazı | Onur Baştürk T ürk bir baba ve İtalyan bir annenin İstanbul’da doğan çocukları Carla. Dj adı olarak ‘Carlita’yı kullanıyor. Henüz 24 yaşında ama dünyada çalmadığı şehir neredeyse kalmamış. Sıkı takipçileri var. Özellikle Burning Man’de çaldıktan sonra yıldızı daha da yükselmiş. Benim onunla tanışmam ise Venedik Karnavalı dolayısıyla! Evet, şu an delilik gibi görünüyor ama şubat ayı ortasında kimsenin korona algısı şimdiki gibi değildi ki… Venedik’te arkadaşlarla fink fink geziyorduk. Hatta Carlita’nın çıktığı parti virüs önlemleri nedeniyle 02.00 dolaylarında bitirildiğinde hep beraber çemkirmiştik İtalyanlara! O da garip bir önlemdi doğrusu. 02.00’a kadar insanların partilemesine izin verip sonra bir anda “Hadi dağılın” demek… Neyse, o günler geride kaldı. Carlita yaşadığı şehre, Mexico City’ye geri döndü. Ben de arkadaşlarımla İstanbul’a. Önceki gün Carla’nın Tulum’da olduğunu öğrenince hemen aradım ve konuştuk. Carla, salgın işlerini nasıl etkiledi? En son 13 Mart’ta Meksika’daki performansımı gerçekleştirdim ve sonraki bütün şovlarım yavaş yavaş ertelendi. Şimdi tüm promoterlar’ın beklentisi onlara özel online bir dj set hazırlamam ya da Instagram, Zoom ya da Twich üzerinden live yapmam. Karantina/izolasyon durumuyla ilgili hislerini soracağım ama galiba sen Tulum’da rahatsın. An itibariyle sana gıcık olabilir miyiz :) Herkes Tulum’da çok rahat olduğumu düşünüyor! Evet, bir apartman ya da evde olmaktan çok daha rahat ve güzel elbette. Hatta Tulum’da henüz bir vaka bile yok. Ama burası da önlemler açısından sıkılaşmaya başladı. Ben aslında Mexico City’deki evimdeydim ve koronavirüs yayılmaya başlayınca bundan bir buçuk ay önce dört arkadaşımla birlikte Tulum’a uçtuk. İlk geldiğimiz zamanlar rahattık. Hatta bazı restoranlar açıktı. Şehir merkezine gidip rahatça süpermarket alışverişi yapabiliyorduk. Ancak Meksika’nın ‘Stage 3’e girmesiyle birlikte kumsalda olmak ve denize girmek yasaklandı. Polis kumsalda birini görürse üç gün hapis cezası verebiliyor artık! Kumsaldan şehir merkezine gidersen geri gelememek de mümkün. Her yer kapalı, hatta bazı eczaneler bile! ATM’lerde nakit yok. Bir diş macununu iki buçuk saat aramak zorunda kaldığımı biliyorum:) Herkes gibi ben de olayın boyutunu yaşadıkça idrak ettim. Buraya gelirken birkaç günlük eşyayla gelmiştim. O küçük çantayla bir ay idare edebileceğimi de görmüş oldum. Bir yandan orada internet bağlantı hızı berbat galiba… Evet, burada internet bağlantısı her zaman olduğu gibi çok zayıf. Bazen saatlerce internetsiz kalabiliyoruz. Asıl ‘challenge’ bu olabilir! VİRÜS ENDİŞESİ AZALDI Peki şu an nasıl hissediyorsun? Herhangi bir yerde 10 günden fazla zaman geçirmeye alışık değilim! İşim nedeniyle sürekli lokasyon değiştiriyorum. Doğrusu yavaşlamak ve değişimi kabul etmek kolay olmadı. Şimdi anda yaşıyor ve küçük şeylerden mutlu oluyorum. Mesela her gün güneşin doğuşu ve batışını izlemek beni mutlu ediyor. Galiba buna kabulleniş demeliyiz :) Çok insan var mı Tulum’da? Ortam nasıl? Dünyanın farklı coğrafyalarından pek çok insan buraya kaçtı ve kendini burada karantinaya aldı. İtalya’dan, Amerika’dan, İngiltere’den insanlar var. Ama hepimiz oldukça dikkatli davranıyoruz. Buraya bir şekilde yeni biri gelirse, ki seyahat kısıtlamaları nedeniyle çok nadir oluyor, yeni gelen kişi her yerde olduğu gibi burada da iki hafta karantinaya alıyor kendini. Vaka olmadığı için virüs endişesi ilk haftalara oranla azaldı. Şu anda insanların endişesi ağırlıklı olarak Tulum’da survive edebilmek! Hava gittikçe ısınıyor ve önlemler de artıyor. Bu sıcakta bu yasaklarla yaşamak gittikçe zorlaşıyor. Sence bu yaz kalabalıkların toplandığı yerlerde çalabilecek misin? Sanmıyorum. Aslında Burning Man’in iptal olduğunu öğrenene kadar haziranda performans yapabileceğimi bile düşünüyordum. Ancak eylül ayındaki Burning Man’in bile iptalinden sonra yazın büyük bir şov olabileceğini düşünmüyorum. Mesela İbiza’da temmuz ayında yapacağım şovlarım ekim ayına ertelenmeye başladı. Burning Man demişken… Orada çalmak zor mu kolay mı? Aslında kolay. Zor olan tarafı iyi kamplara davet edilip oralarda çalmak. Ben ‘Mayan Warrior’da çalıyorum ve bunun inanılmaz katkılarını gördüm. Mesela aralık ayında Kolombiya’da bir düğünde çaldım. Neden benim çalmamı istediklerini sorduğumda, beni ilk kez ‘Mayan Warrior’da dinlediklerini ve sonra da takip etmeye başladıklarını söylediler. Nasıl dj oldun? Üç yaşımda ailemin yönlendirmesiyle piyano çalmaya başladım. Sekiz yaşında ise çello. Sonra konservatuar dönemi geldi ve Londra’da Royal Academy of Music. Üniversite için Boston’a gittiğimde ise dj’liğe ilgi duymaya başladım. ALTI GÜN İÇİNDE DÜNYAYI TURLADIM! 24 yaşında neredeyse çalmadığın yer kalmamış. Uzakdoğu’dan Avrupa ve Kanada’ya kadar. Yılbaşı dönemi ise resmen dünyayı turladığından bahsetmiştin! Uzun seyahatlere alıştım. Ama evet beni en çok zorlayan, yılbaşı döneminde Meksika’dan İstanbul’a, İstanbul’dan Vietnam’a, sonra Vietnam’dan tekrar Meksika’ya uçmak oldu! Aradaki durakları saymıyorum bile. Ve tüm bunlar altı günde gerçekleşti. En unutamadığın performans neredeydi? Yine burada, Tulum’da! Maxa Camp’ta 2000’den fazla kişiye 10 saat hiç durmadan çalmıştım. Ortamın enerjisi harikaydı. NY’dan Meksika’ya taşınmışsın? Neden? Meksika’ya seni çeken ne oldu? Sanırım İstanbul’a çok benzettiğim için. Gerçekten kendimi İspanyolca konuşulan bir İstanbul’da yaşıyor gibi hissediyorum. İnsanları bize çok benziyor. Çok fazla arkadaşım var. Havası çok güzel ve genelde hep güneşli. Ayrıca yemeklerine bayılıyorum. İNSAN | Kategorinin diğer yazıları Sosyal mesafe çemberinde sonsuza dek mutlu yaşadı… Ekmeklerinin en sıkı müdavimi Sezen Aksu En yeni seksi şef: Karpat Deviren GSA’yla bol olasılıklı konuşma: ‘Hayat ikna olduğun şeye dönüşüyor’ Bir Milanolunun gözünden ‘yeni normal’ ‘Normal’ değiliz hiçbirimiz Antarktika’ya kendi kullandığı uçakla giden maceracı şef Hareketli, yanık tenli, insan canlısı bir çocuk büyüttük Akyaka’da Transhuman evrimine hazır mısınız ’74PODCAST’lerde gelecek konuşmaları Korona günlerinde “Arizona Dream” Tulum’da karantinada olmayı dj Carlita anlatıyor Beden Oyunları Korona günlerinde Alaçatı Hayat, mutfağa kapanıp mükemmelin peşinde koşmak değil Çünkü aylarca çeşitli manastırlarda kaldım… Karantinada yalnız değilim, çünkü köpeğim Zeus var! Yalnız yaşama sanatı: Ohitorisama!
- INSAN-2
Aralık 2020 | İnsan Ne olacak bizim ‘Vivarium’larımızın sonu? Yazı | Onur Baştürk Ç ok tatlı bir çift. Gemma ve Tom. Ev bakıyorlar, birlikte oturabilecekleri bir ev. Bir gün yolda rastladıkları bir emlakçıya giriyorlar. Bir ev projesinden bahsediyor emlakçı. Ballandıra ballandıra. “İsterseniz bir görün” diyerek tatlı çifti ikna ediyor ve hep beraber yola çıkıyorlar. Ev projesinin olduğu alana geliyorlar. Birbiri ardına sıralanmış nane yeşili evler. Emlakçı onları 9 numaralı eve götürüyor. Tatlı çiftimiz evi gezerken emlakçı bir anda ortadan kayboluyor. Sonrası? Sonrasında çıkış yok! Ev projesinin tanıtım kampanyasındaki slogan gibi gelişiyor olaylar: “Burası eviniz. Sonsuz dek”. Gerçekten de Gemma ve Tom, yani o tatlı çift, bu ev projesine hapsoluyorlar, kendi dünyalarına bir türlü dönemiyorlar. Arabalarıyla dönüp dolaştıkları tek yer 9 numaralı “müstakbel” evleri oluyor! Zaten bir noktada benzinleri de bitiyor. Evet, telefonları da asla çekmiyor! Bir noktadan sonra bu duruma alışıyorlar. Aynılığa, tekdüzeliğe, bu sinir bozucu kısırdöngüye. Derken hayatlarında bir değişiklik oluyor. Yola bir paket bırakılıyor. İçinde bir bebeğin olduğu bir paket! Onları bu labirent dünyanın içine tıkıştıran/ sıkıştıran her kim ya da neyse, özetle diyor ki: “Artık bir çocuğunuz var, onu büyütün!” Yeterince anlattım, gerisini anlatmayayım. Bu çılgın içinden çıkılmazlığıyla hayli iç karartıcı olan filmin finalinden hele hiç bahsetmeyeyim! Evet, bu bir film. Adı da “Vivarium”. 2019 yapımı. Vivarium’u izlerken mart 2020’den beri yaşadıklarımız aklıma geldi. İster istemez. Aşamaları hatırlarsınız. Tüm dünya önce korktu, deli gibi endişelendi, evlere kapandı. Marketlerden gelen ürünleri silip arkadaşlarımızı bile görmekten çekindiğimiz, anne babalarımıza sarılmadığımız, kendimize kaldığımız zamanlar… Tek seçeneğimiz vardı, dijital sosyalleşme. Derken ilk karantina dönemi bitti. Bu kez açıldık. Hiçbir şey olmamış gibi yeniden hayatımıza geri döndük. Çok geçmeden ikinci dalga, yani karantina dönemi geldi. Şimdi onu yaşıyoruz, ama ilk karantinadaki duygularımız yok. Evet herkes sağlığını elbette düşünüyor, ama o sıkıştırılmışlık, kısıtlanmışlık duygusu da psikolojileri yavaş yavaş kemirmek üzere. Sabah olur olmaz, “Saat 21.00 olmadan eve girmeliyim” düşüncesi sizin de içinizi basmıyor mu yani? Tamam, belki bu kısıtlama olmadan evvel 21.00’dan çok daha önce evinizde oluyordunuz. Ama kendi isteğinizle. Şimdi bir saat kuralı var, ona uymak zorundasınız. Tıpkı “Vivarium”daki tatlı çiftin tatlı yuvalarında yaşamak zorunda olmalarına yavaş yavaş alışması gibi. Önlerine, gizemli biri ya da birileri tarafından sunulan her aşamayı kabullenmeleri gibi. Şu an sanki biz de “Vivarium”daki çift gibi sınanıyor ve gözlemleniyor gibiyiz. “Bakalım bu ikinci karantina durumunda ne yapacaklar, nasıl davranacaklar?” deniliyor sanki. Bir deneyde gibi ölçümleniyor her halimiz. Ve yavaştan şunun dedikodusu alttan alta yayılarak üstelik: “Üçüncü dalga olacakmış duydun mu? O zaman üçüncü kez karantina olacak”. Bu arada “Vivarium” ne demek biliyor musunuz? Onu da söylemem gerek: Bilimsel amaçla hayvanların doğal davranışlarını gözlemlemek ve araştırmak için doğal hayat şartlarının oluşturularak muhafaza edildiği yere verilen isim. Karantina süreçlerinin hepsi, bir bakıma tabii, bizim Vivarium’larımız. Gözetleniyor, denetleniyor; davranışlarımızın, düşüncelerimizin nereye doğru evrildiğinin ipuçlarını etrafa yayıyoruz: - Birbirleriyle bir araya gelmeden, evlere kapanarak nasıl yaşayacaklar? - Bir noktadan sonra kendisiyle çok fazla kalanlar buna zihinsel olarak dayanamayacak mı? - Evin içinde vakit geçirmeye alışacaklar ve artık hiç dışarı çıkmayacaklar mı? - Birbilerine duydukları aşk, arkadaşlık, sevgi gibi duygular/kavramlar evrim mi geçirecek? Hakikatan ne olacak bizim Vivarium’larımızın sonu? Bu labirentten çıktığımızda (ya da çıkamadığımızda) biz de Gemma ve Tom gibi kabullenmeyi mi seçeceğiz, hiç farkında olmadan… İNSAN | Kategorinin diğer yazıları Sosyal mesafe çemberinde sonsuza dek mutlu yaşadı… Ekmeklerinin en sıkı müdavimi Sezen Aksu En yeni seksi şef: Karpat Deviren GSA’yla bol olasılıklı konuşma: ‘Hayat ikna olduğun şeye dönüşüyor’ Bir Milanolunun gözünden ‘yeni normal’ ‘Normal’ değiliz hiçbirimiz Antarktika’ya kendi kullandığı uçakla giden maceracı şef Hareketli, yanık tenli, insan canlısı bir çocuk büyüttük Akyaka’da Transhuman evrimine hazır mısınız ’74PODCAST’lerde gelecek konuşmaları Korona günlerinde “Arizona Dream” Tulum’da karantinada olmayı dj Carlita anlatıyor Beden Oyunları Korona günlerinde Alaçatı Hayat, mutfağa kapanıp mükemmelin peşinde koşmak değil Çünkü aylarca çeşitli manastırlarda kaldım… Karantinada yalnız değilim, çünkü köpeğim Zeus var! Yalnız yaşama sanatı: Ohitorisama!
- INSAN-2
Ağutos 2021 | Türkiye Ormanlar neden her zamankinden daha yoğun yanıyor Yazı | Onur Baştürk K ötü haberi baştan vereyim: Hepimizin çok üzüldüğü orman yangınları maalesef bitecek gibi görünmüyor. Yakın zamanda CNN’e konuşan London School of Economics’ten Çevresel Coğrafya uzmanı Thomas Smith’e göre, “Yangın mevsimi uzuyor, yangınlar büyüyor, ormanlar her zamankinden daha yoğun bir şekilde yanıyor”. Orman yangınlarını söndürme konusunda kendimizi yalnız ve çaresiz hissedebiliriz, ama yangınların yarattığı tahribat konusunda yalnız değiliz. Özellikle temmuz ayında kuzey yarımküre alevlerle boğuştu, boğuşmaya da devam ediyor. En şaşırtıcı örneklerden biri Rusya Sibirya'sındaki Yakutsk. Burası dünyanın en soğuk şehri olarak bilinir. Ancak temmuz ayında haftalarca süren sıcak hava dalgaları sonucunda bu bölgede çok büyük yangınlar çıktı. Verilere göre 6.5 milyon dönümden fazla alan yandı. Bu da yaklaşık 5 milyon futbol sahası demek. Amerika’nın Oregon eyaletinde, yine geçen ay çıkan Bootleg orman yangınının yoğun dumanı ise kıtanın bir ucundaki New York’ta bile hissedildi. Bu yangını takip edenlerin cümleleri hâlâ hafızalarda: “On yıl önce yangınların gerçekten böyle hareket ettiğini görmüyorduk. Bir günde elli bin dönümden fazla arazi yandı”. TAM BİR KISIRDÖNGÜ Copernicus İklim Değişikliği Servisi'ne göre Avrupa'nın çoğu, Batı ABD, güneybatı Kanada ve Güney Amerika'nın bazı bölgeleri Haziran ayında ortalamadan daha kurak koşullar yaşadı. Bu da orman yangınlarının daha fazla oluşmasına neden oldu. Yüksek sıcaklıklar. Düşük nem. Az yağış. Kuru bitki örtüsü. Hızlı rüzgârlar… Büyük orman yangınlarının oluşması için bunların bir araya gelmesi yetiyor. Elbette kötü arazi yönetimi gibi birçok faktör de orman yangınlarında rol oynuyor, ancak iklim değişikliği yangınları daha sık ve yoğun hale getiriyor. Bir konu daha var: Orman yangınları kısır bir iklim döngüsünün parçası olarak görülüyor. İklim değişikliği sadece yangınları körüklemekle kalmıyor, ormanların yanması krizi daha da kötüleştiriyor. Çünkü atmosfere daha fazla karbon salınımı oluyor! Copernicus İklim Değişikliği Servisi’nden Mark Parrington’a göre, “Temmuz ortasına kadar toplam tahmini emisyon, önceki yılın yaz döneminin toplamından daha yüksek”. EN KUVVETLİ ADIM Peki ne yapmalıyız? Aslında her şey birbirine öyle bağlı ki... Bireysel olarak iklim değişikliği konusunda yapabileceklerimiz elbette var. Ama şu an sanırım en önemli şey, yanan arazilerin imara, betona, yeni otellere açılmaması. Bu arazilerin kendi ekosistemi içinde kendini yenilemesine izin verilmesi. En azından bunu başarırsak, önümüzdeki yazlarda bu arazilere inşaat yapılması önlenirse, en kuvvetli adımlardan biri atılmış olacak.
- INSAN-2
Nisan 2020 | İnsan | Türkiye Beden Oyunları Yazı | Alp Tekin Fotoğraflar | Herb Ritts arşivi G eçmişten bugüne bedenin hayatımızdaki belirleyici rolü malum. Sadece bedene bakışı açımız ve ona atfettiğimiz değerler değişiyor, hepsi bu! M.Ö 400’lü yıllarda bedenlerini teşhir eden Atinalılar için mesela, bu durum gayet normaldi. Çünkü bir yurttaş olarak sahip oldukları onurun bu şekilde onaylandığını düşünüyorlardı. Onlar için bedeni bir hayranlık nesnesi olarak sunmak medeni olmakla eşdeğerdi! Lakin bu onura sadece erkekler sahipti. Sokakta çıplak kadınlar boy göstermiyordu. Onlar çoğunlukla evdeydi. İdealize edilen hep genç, güçlü ve kaslı erkek bedeniydi. İnanışlarına göre kadınların kanı soğuktu, erkeklerinki ise sıcak. Bu yüzden erkekler açık havada istedikleri kadar çıplak dolaşabilir, soğuğa dayanabilirdi. Erkeğin kaslarının sıkı olmasının bir nedeni de buydu. 1500’lü yıllarda bedenler ilk kez “öteki” olarak algılanmaya başlandı. Venedik’te yaşayan Hıristiyanlar aynı şehirde beraber yaşadıkları Yahudilerin bedenlerini “hastalıklı” kabul ediyor, onlarla temas etmekten kaçınıyordu. Öyle ki, kendi aralarında yaptıkları sözleşmelerde öpüşüp el sıkışırken Yahudilerle olanlarda sadece baş selamıyla yetiniyorlardı. Akabinde ortaya çıkan frengi hastalığı bedene dair çeşitli yasakları da beraberinde getirdi. Mesela bir süre bedeni alenen teşhir etmek yasaklandı. 18. yüzyılda ise sağlıkla ilgili buluşların sayısının artması temizlik histerisini ortaya çıkardı. Özellikle de kentli sınıfta. İlk kez o zamanlar tuvalet kağıdı kullanıldı. Kadınları derileri nefes alsın diye pamuklu ipekli elbiseler giydi. Fransız İhtilali simgelerinden biri göğüsleri açıkta bırakılmış olarak resmedilen Marianne’di. “Ten ve Taş” kitabının yazarı Richard Sennett; Marianne’in göğüslerinin teşhir edilmesinin o dönem erotik olarak algılanmadığını yazıyor. Çünkü 18. yüzyılda göğüs erojen olduğu kadar bir ‘erdem’ sembolü olarak da görülüyordu. 19. yüzyıla gelindiğinde beden, ekonomik ve sosyal gelişmelerin etkisiyle bireyselleşti. Fetişler bu dönemde filizlendi. Dönemin ahlakçı anlayışına rağmen tek favori çıplaklıktı. Nü ressamlar en iyi kazananlar sınıfına dahil olmuştu bile. Hepsinin resimlerinde kadınlar günümüzdeki gibi fit değil, aksine balık etliydi. Erkek bedeni ise ortada yoktu. 20. yüzyıl başında Man Ray’in öncülük ettiği kimi fotoğrafçılar sayesinde bedenin erotik yanı daha somut ortaya çıkmaya başladı. Bu akımdan etkilenen dönemin film stüdyoları bile ünlü film yıldızlarının erotik fotoğraflarını yayınladı. 1920’lerle birlikte modanın en önemli üç dergisi Vogue, The Queen ve Harper’s Bazaar’ın çıkmaya başlamasıyla bedenin yolculuğu başka bir yere evrildi: Kadınlar hayranlık duydukları yıldız oyunculara benzer hissetmelerini sağlayacak sırlara bu dergiler sayesinde erişti. 1950’ler ise bedenin ‘poşete sokulduğu’ bir dönemdi. Yükselen erotizm dalgası bir anda sansür darbesi yedi ve beden kendi mahremiyetine geri döndü. Yığınla yasak vardı. Sadece bedenin çıplak görüntüsü değil, erotik yüz ifadesi bile hoş karşılanmıyordu. Lakin her zaman olduğu gibi yasaklar fantezileri daha da körükledi. Touko Laaksonen, bilinen adıyla ‘Tom of Finland’ın eşcinsel maço erkek çizimleri elden ele dolaşıyor, herkes bu üçgen vücutlu erkekleri konuşuyordu. Erkek bedenine biçilen yeni elbise belliydi: Maço estetik. Bu estetiğin aksesuvarları da unutulmamıştı: Deri ceket, dar jean ve Marlon Brando’nun meşhur ettiği vücuda yapışan beyaz tişört… 60’larla birlikte başlayan iyimser, hippi dönemde beden hiçbir dönemde olmadığı kadar çok kurcalandı. Bir yanda zayıf, incecik çiçek çocukları bir yanda modacıların, özellikle Christian Dior’un ‘new look’ dediği yeni kadın silueti: Stilettolu, incecik bedenli, uzun bacaklı, mini etekli… 1963’te piyasaya sürülmeye başlanan Pirelli Takvimi toplumun küçük bir kesimi için hazırlanmış, ama her zaman merak edilen fotoğraflarıyla yeni bir beden dalgası oluşturdu: Egzotik, ulaşılmaz, tanrısal bedenler… 80’lerle birlikte bedene yüklenen yeni anlam belli olmuştu: Ne olursa olsun fit olmak. Jane Fonda, Raquel Welch gibi yıldızların öncülüğünde başlayan aerobik ve egzersiz çılgınlığı kadın / erkek farketmeksizin bedeni forma sokmaya çağırıyordu. 90’lı yıllar ise kısaca “Trainspotting ya da hamburger bedenler” olarak özetlenebilir. Kimyasal uyuşturucuların başrolde olduğu ‘rave’ partiler, zamanının çoğunu bilgisayar oyunu karşısında getiren genç kuşak… 80’lerin aksine beden artık sağlıksızdı. Zayıf bedenin aşırı yüceltilmesi sonucu bedenler ‘anoreksiya’yla da tanıştı. Nitekim Tom Ford, doğup büyüdüğü Teksas’taki şişman kadınlardan aşırı sıkıldığı için hastalık derecesindeki incecik siluetleri 90’ların başında Gucci damgasıyla kadınlara hediye etti. Bu da yetmedi; sonrasında moda dünyası incecik, genç kız görünümlü erkek bedenlerini pazarlamaya başladı. 1998 yılında Sel Yayıncılık’tan çıktığında içeriği ve fotoğraflar nedeniyle toplatılan “Pusudaki Ten” kitabının yazarı Mehmet Ergüven, bedenle ilişkimizi şöyle yorumlamış: “Bedenle çok fazla yüz göz olduk. Mahrem diye bir şey kalmadı. Bedenle ilgili her şey en ince ayrıntısına kadar gösteriliyor, konuşuluyor. İşin büyüsü kalmadı. Bir de bugüne kadar bakan hep erkekti. Şimdi bakılan durumuna erkek geçti”. Ve ikibinli yıllar… Başrolde artık estetik operasyonlar vardı. Öğle paydosunda dudağına kolajen, alnına botoks yaptırıp bir saat sonra yeni haliyle ofisine dönen ikibinli yılların metropol kadınları için beden yeni bir oyun alanı olmuştu. Nitekim ikibinli yılların başından bu yana sadece Amerika’da estetik yaptıranların artış grafiği yüzde 293’tü! 2010’larda ise bedende artık “çeşitlilik” sözkonusu. Estetik operasyonlarla bambaşka birine dönüşmenin yanı sıra cinsiyet değiştirerek bedeni özgürlüğüne kavuşturmak sıradan şeyler haline geldi. Evet, hala mükemmel bedenin peşindeyiz, o değişmedi. Ama artık düne kadar ‘kusurlu’ olarak algılanan farklı bedenler de görebiliyoruz. Vitiligo hastalığı nedeniyle vücudunda oluşan cilt lekelerini gizlemeyen, hatta bununla ünlü olan model Winnie Harlow gibi. Kısacası bedenle oyunlarımız bitmiyor, asla da bitmeyecek… İNSAN | Kategorinin diğer yazıları Sosyal mesafe çemberinde sonsuza dek mutlu yaşadı… Ekmeklerinin en sıkı müdavimi Sezen Aksu En yeni seksi şef: Karpat Deviren GSA’yla bol olasılıklı konuşma: ‘Hayat ikna olduğun şeye dönüşüyor’ Bir Milanolunun gözünden ‘yeni normal’ ‘Normal’ değiliz hiçbirimiz Antarktika’ya kendi kullandığı uçakla giden maceracı şef Hareketli, yanık tenli, insan canlısı bir çocuk büyüttük Akyaka’da Transhuman evrimine hazır mısınız ’74PODCAST’lerde gelecek konuşmaları Korona günlerinde “Arizona Dream” Tulum’da karantinada olmayı dj Carlita anlatıyor Beden Oyunları Korona günlerinde Alaçatı Hayat, mutfağa kapanıp mükemmelin peşinde koşmak değil Çünkü aylarca çeşitli manastırlarda kaldım… Karantinada yalnız değilim, çünkü köpeğim Zeus var! Yalnız yaşama sanatı: Ohitorisama!
- INSAN-2
January 2023 | Place & People | Vol VIII below english ELİF BOYNER Yazı & Fotoğraflar | Onur Baştürk Vertic al fikri nasıl ortaya çıktı? Kafanda bu fikir hep var mıydı, nelerden ilham aldın? Proje ismini ‘Vertical Farming’den aldı. Ama aslında Vertical’ı geliştirmeye başladığımda spor odaklı bir proje olarak yola çıkmıştım. 2017’de SWEATers App adında sporcuları bir araya getiren bir mobil uygulama yaratmıştık. Ardından sporcuların bir araya geleceği lokasyonlara ihtiyacı olduğunu görerek Bebek’te SWEATers HUB’I açtık. Koşucu ve bisikletçi odaklı bir sporcu buluşma noktasıydı. Orada ücretsiz su dolum noktası sunduk. Cam şişeli içeceklere yer veriyorduk. Aylık duş üyeliği 30 liraydı. 40-50 kişilik spor grupları ellerinde pet şişelerle koşularını yapıyor, çıkarken arkalarında onlarca pet şişe bırakıyordu! Birçoğu üyelik almamak için duşu kullanmayacağını söylüyor, ama tuvaletlere girdiğimizde yerlerde havlu niyetine kullanılmış ıslak tuvalet kâğıtları buluyorduk. O dönem karar verdim. Bundan sonra yaratacağımız yerleri sadece kendine iyi bakan bireyleri değil, dünyasına ve çevresine de özen gösteren bireyleri düşünerek kurgulamalıyım diye! Bu nedenle Vertical’a başlarken, şehirdeki yeme-içme odaklı yaşam alanlarında “Nasıl sürdürülebilir olunur”un yollarını bulmak istedim. O dönem dikey tarım ilgimi çok çekiyordu. Geleneksel tarıma göre yüzde 98 karbon ayak izi azaltan, 300 kat su tasarrufu yapan bir sistem. Üretilen yerde tüketildiğinde lojistik ayak izi, paketleme gibi sorunları ortadan kaldırıyor. Böylece dikey tarım etrafında projeyi oluşturmaya başladık. Vertical’da minimum atık ve minimum karbon ayak izi hedefi için başka neler yapılıyor? Döngüsel bir sistem var. Mesela restoranımız Circle’ın mutfağı neredeyse sıfır atıkla çalışıyor. Menüde kullanılan malzemelerin neredeyse tamamı kullanılıyor. Kullanılmayan malzeme ya dehidratör ya da ‘freeze dryer’da kurutularak farklı bir ürüne dönüşüyor. Barımızda çıkan kahve posaları evaporatör makinasında kahve likörüne, elma kabukları elma likörüne, sebze ve meyve posaları ise muz kabuğu cipsine dönüşüyor. Dönüşemeyenler komposta gidiyor. Komposttan çıkan gübreyle yeni bir bostan alanımız oluştu. Ayrıca mantar tarlamızda gübre olarak testleri yapılıyor. Yakında menümüzdeki mantarlar da bu gübreyle yetişecek. Mantarlar tabakta kalsa bile komposta girerek tekrar gıdaya dönüşecek. “Evrende hiçbir şey yoktan var olmaz, varken yok olmaz” döngüsünün en güzel örneklerinden biri bu. Beni çok heyecanlandırıyor ve gülümsetiyor. Ayrıca bahçemizde “Vertical No Waste Pop Up” mutfağımız var. Circle’da tüketemediğimiz malzemeleri değerlendirerek street food tabakları yapıyoruz. Plastik şişe kullanımı ise yasak. Kısa zaman içinde cam şişe su alımını da sıfırlayarak kendi şişelerimizde satacağız. Tekrar doldurulacak şekilde. Mottolarımızdan biri, “Recycling is so last season... REUSE!”. Çünkü asıl katkı geri dönüşüm değil, hiç kullanmamak. Sıvı el sabunu alımını da sıfırladık. Mutfaklarda kullanılan tüm atık yağları sıvı el sabununa dönüştürüyoruz. Kullanılmış kahve posalarını kurutarak yüz maskesi elde ediyoruz. Bunların dışında misafirlerimizi filtreli su içmeye teşvik ederek cam atığımızı minimuma indiriyoruz. Kimyasal içeren temizlik ürünlerini asla kullanmıyoruz. Şehirde tarımın mümkün olduğunu anlatabilmek için dikey tarlamızı kurduk. Şu anda günlük ortalama 600 kişinin geldiği alanımızda bir büyük boy dolusu çöp çıkıyor. Bu çöp, sorumsuz tüketen beş kişilik bir ailenin çöpüyle neredeyse aynı! Her gün öğrenmeye devam ediyoruz. Daha az nasıl atık çıkarabiliriz diye. Kişisel olarak karbon ayak izini azaltmak için neler yapıyorsun? Bireysel yapılabilecekler çok basit. En önemlisi tüketimi azaltmak. İhtiyacımız olmayanı tüketmemek. Sorumlu yeme-içme noktalarından yemek. Aldığın gıdanın nereden geldiğine, ne şartlarda yetiştirildiğine önem vermek. Bez çantanı yanında bulundurmak, plastik ürünler kullanmamak, kimyasal temizlik ve kişisel bakım ürünleri kullanmamak, hatta temizlik malzemelerini mümkün olduğunca evde üretmek. Üretemiyorsam ve ihtiyacım varsa Just Green Organics kullanıyorum. ELİF BOYNER Writer & Photos | Onur Baştürk How did the idea of Vertical form? Did you always have this idea in your mind, what inspired you? The project got its name from ‘Vertical Farming’. But, when I first began to create Vertical, it was initially intended to be a sports-related project. In 2017, we created the SWEATers App, a mobile app that connects athletes. Then, we opened the SWEATers HUB in Bebek after realizing that the athletes needed places to gather. It was an athlete meeting point focused on runners and cyclists. We offered free water refill point there. We served glass bottled beverages. Monthly shower membership was 30 liras. Groups of 40–50 people were running while holding plastic bottles, leaving dozens of bottles behind. While many said they would not use the shower to avoid getting a membership, we noticed wet toilet paper being used as towels on the floor when we entered the restrooms. That is when I decided. So, I thought I should design places not just for people who take care of themselves, but also for those who look out for their world and the environment from now on! Because of this, when I founded Vertical, I wanted to find ways of “how to be sustainable” in city living spaces that were focused on food and beverages. At that time, I was very interested in vertical farming. It is a system that decreases the carbon footprint compared to traditional agriculture while saving 300 times the amount of water. It eliminates a lot of problems like packing and transportation footprint when consumed at the place of production. So, we started to build the project around vertical farming. What else is being done at Vertical to achieve the goal of reducing waste and minimizing carbon footprint? There is a cyclical system. For example, the kitchen of our restaurant, Circle, works with almost zero waste. Almost all of the ingredients used in the menu are used. The unused material is turned into another product by drying it in a dehydrator or a ‘freeze dryer.’ In our bar, coffee grounds turn into coffee liquor, apple peels into apple liquor, and vegetable and fruit pulp turn into banana peel chips in the evaporator machine. Those that cannot be transformed are composted. We created a new garden area out of compost manure. In addition, tests are carried out for fertilizer in our mushroom field. Soon the mushrooms on our menu will also grow with this fertilizer. Even if the mushrooms are left on the plate, they will be composted and become food again. This is one of the best examples of the cycle of “Nothing is lost, nothing is created in the universe”. It excites me and makes me smile. We also have a “Vertical No Waste Pop Up” kitchen in our garden. We make street food plates by utilizing the materials that we don’t use at Circle. The use of plastic bottles is restricted. We will soon stop purchasing glass bottled water and offer it in our own bottles to be refilled. One of our mottos is, “Recycling is so last season... REUSE!”. Because the main contribution is not recycling, but not using at all. We also don’t purchase liquid hand soap. We turn all waste oils used in kitchens into liquid hand soap. We obtain a face mask by drying the used coffee grounds. Aside from that, we reduce glass waste by encouraging guests to consume filtered water. We never use cleaning products containing chemicals. We established our 100-square-meter vertical field to demonstrate that agriculture is possible in the city. Currently, a big bag of garbage comes out from our place, where an average of 600 people come on a regular basis. This garbage is almost the same as the garbage of a family of five who consume irresponsibly. We continue to learn every day about how we can generate less waste. What are you doing to reduce your own carbon footprint? What can be done individually is very simple. The most important thing is to reduce consumption. Not consuming what we don’t need. Eating at responsible eating and drinking places. Paying attention to where the food you buy comes from and how it is produced. Keeping your cloth bag with you, not using plastic products, not using chemical cleaning and personal care products, even producing as many cleaning supplies as possible at home. If I can’t produce it and I need it, I use Just Green Organics. Tamamı için... | For more... Print VOL - VIII FALL&WINTER 2022-23 Out of Stock View Details Dijital / Pdf YUZU MAGAZINE - VIII 60,00₺ Price View Details
- INSAN-2
Ağustos 2022 | İnsan | Vol VII FOR ENGLISH TANER CEYLAN’IN OLİMPOS DÜŞLERİ Yazı ve Fotoğraflar | Onur Baştürk B irkaç gün önce acayip bir rüya gördüm diye heyecanla anlatmaya başladı Taner: “Kalabalık bir yerdeydik. Karanlıktı. Herkes partiliyordu. Alp’e (İşmen) gökyüzünde Küçük Ayı takımyıldızını göstermeye çalışıyordum. Ama gökyüzünde bulutlar vardı. Sonra bulutlar açılmaya başladı. Hani uydu görüntüleri olur ya, dünyanın gece halini gösterirler. Tıpkı onun gibi gökyüzünde başka bir gezegenin kıtası göründü. Herkese bağırmaya başladım. Yukarı bakın, yukarı bakın diye… Herkes kafasını kaldırdı. Çok acayip bir duyguydu. Dünyadan başka bir yerde, başka bir gezegendeki yepyeni bir kıtaya bakıyorduk. Alp burada mısın dedim, bana bir dokun. Öp beni dedim. Sarıldık birbirimize. Çünkü sonrasında ne olacağını hiç kimse bilmiyordu. Sadece böyle kalakaldık. Tam o sırada uyandım. İşte şu an bu evde o duygudayım. Yeni bir keşif, yeni bir hayat. Yeni bir şey başladı”. Taner düşünü öyle iştahla anlatmıştı ki, karşımda tüm görkemiyle duran Tahtalı (ya da esas ismiyle Olimpos) Dağı’na bakarak ben de gündüz gözüyle benzer düşlere dalıp gitmiştim. Yeni bir kıta, yeni bir düş ve yeni bir hayat. Olimpos’un düşleri bile kuantum sıçramalı, başka boyutlara açılan şamanik kapıları anımsatıyor. Tıpkı Taner’in Olimpos’taki evi gibi… RÜYASINDAKİ YERLERDEN GEÇTİĞİNİ FARKEDER VE… Yapımı tam altı yıl süren Olimpos’taki bu evin hikâyesinin başlangıcı da yine bir rüyayla bağlantılı. Yıllar önce gördüğü rüyasında Taner, havadan süzülerek gökten bir vadiye iner. Altında yemyeşil bir ormanın alabildiğine uzandığını görür ve orada yürümeye başlar. Bu etkileyici rüyayı hiç unutmayan Taner, bir yaz günü Olimpos’ta Alman bir kadınla tanışır. Gençliğini Anadolu köylerinde gönüllü olarak ilkokul inşa ederek geçirmiş, daha sonra Sahra Çölü’nde Bedevilerle mistik turlara çıkmış, sonunda Sufi bir dedenin ona verdiği isimle hayatına devam etmiş Zamyat’la... Kısa sürede Zamyat’la arkadaş olur ve bir gün onunla ormanda yürüyüşe çıkar. Zamyat onu Çıralı’nın pek bilinmeyen bir orman yoluna götürür. Yürüyüş başlayınca daha önce hiç görmediği vadiler, sarp uçurumlarla karşılaşır Taner. Çok geçmeden farkeder: Unutamadığı rüyasındaki yerlerden geçmektedir! Yürüyüşün sonunda Zamyat, vadinin ucunda yeni yapılmış küçük beyaz evi gösterir. Eve gelip kapıyı çalarlar. İçeri girmez girmez Taner eve vurulur ve burayı satın almak ister. Evin sahibi Ali Dede bu evi oğluna yaptırdığını, oğlunun geliniyle beraber gelip bu evde yaşayacağını söyler. Taner anlık bir kararla Ali Dede’ye, “Fikrini değiştirecek olursan beni ara” deyip numarasını bırakır. İki hafta sonra New York’tayken Taner’in telefonu çalar. Arayan Ali Dede’nin oğludur. Müjdeli bir haberi vardır. Taner evi önce kiralar, aylar sonra da evle beraber 300 zeytin ağacının olduğu Olimpos Dağı’na bakan düşünde gördüğü bu araziyi satın alır. ŞEHİR BAĞIMLILIĞIM SONA ERDİ Son bir yılı tamamen Olimpos evinde geçirmiş Taner. “Kışın çok romantikti” diyor, “O kadar çok yağmur yağdı ki… Yağmur yağınca burası çok fantastik oluyor. Gördüğün bu vadiden oradan oraya bulutlar akmaya başlıyor. Fırtına olduğu zaman evden çıkamadık, ama olmadığı zamanlarda bol bol yürüyüş yaptık. Temmuz ve ağustos ise korkunç sıcaktı. Neyse ki akşamları rahatız, esiyor. Harman yeliymiş burası, köyün harman yeli”. Taner sıcağa alıştığını ama Alp’in alışamadığından bahsediyor. O sırada Alp gülerek lafa giriyor, “Sen esmersin, ben beyazım. Biz beyazlar, biz mavi kanlar böyle oluyoruz”. Bir de mantardan zehirlenme olayı yaşamışlar beraber. “Kendimizi hastaneye zor attık” diye anlatıyor Alp. Taner’in Olimpos evi üç bölümden oluşuyor. Ana ev, atölye ve depo. Ana evin tam karşısında Taner’in atölyesi var. Sonbaharda açılacak yeni sergisinin işlerini bu atölyede tamamlıyor Taner: “Üretmeye başlayınca daha da iyi oldu burası. Şehir bağımlılığımın tamamen bittiğini gördüm. Bir de İstanbul’da olduğumdan daha sosyalim burada. İstanbul’daki atölyede 8-9 ay geçirir, orada çalışıp yatardım. Burada ise yeni arkadaşlar, dostlar, Beycik tarafına gidip gelmeler, yemekler, partiler… 20 yıldır tiyatroya gitmemiştim. Antalya’da tiyatroya gittim. Alp’e de söyledim, ben bu kadar sosyal biri değildim diye. Başka bir hayat başladı yani”. SOBA TEMİZLEYEMEM, KLİMA HİÇ BANA GÖRE DEĞİL Taner’in aslındaki ilk baştaki fikri Ali Dede’nin oğluna yaptırdığı o beyaz evi düzeltip içinde yaşamakmış. Olimpos evinin mimarı Serpil Bayar Arıcı’ya bu fikirle gitmiş. “Pencereleri büyütelim, ışık alsın, orada resim yapayım istiyordum. İlk başta fikir oydu. Serpil Hanım tamam dedi, ama önce tapuya bir bakalım. Tapuya bakınca gördük ki, yol evin içinden geçiyor! Eski ev sahibi tapuya gitmemiş bile. Nasıl olsa burada oturuyorum diye. Serpil Hanım, sen yabancısın bu ilerde sana dert olur dedi, her şeyi kuralına uygun yapalım… Eski evi yıkıp yeni bir ev yapmamı önerdi. Ama önce sağlam bir istinat duvarı yapılmasını şart koştu. Çünkü arazinin meyli çok fazlaydı”. Böylece yeni evin inşaatı başlamış ve kaba inşaat yaklaşık dört yıl sürmüş. “Ben İstanbul’daydım, arada gelebiliyordum. Bu nedenle banyo dört kere sökülüp yeniden yapıldı. Benim yüzümden!” Bir yandan mimar Arıcı’yla sürekli yapı fuarlarını gezmiş Taner. Malzemeleri keşfedip kiremitlere kadar her şeyi beraber seçmişler. “Taner Bey ne istediği konusunda gayet netti” diyor Serpil Hanım. Şunu da eklemeyi ihmal etmeyerek: “Bu projeyle inşaata bakış açım değişti”. Olimpos Evi yerden ısıtmalı. O da yine Taner’in seçimi olmuş. “Ben soba temizleyemem. Klima hiç bana göre değil. Araştırdım, en uygun çözüm ısı pompasıydı. Çok ekonomik aynı zamanda. Buzdolabı gibi bir şey. Hani buzdolabının arkasındaki teller ısınır ya, o tellerin evin altında dolaştığını düşün. Soğuyunca da bu kez onu dışarı veriyor. O soğuğu da yazın klimalara verebiliyorsun”. Yazın Olimpos’taki oteller aktif bir şekilde kullanıma geçince bazen elektrik kesiliyormuş. Bu nedenle Taner’in kafasında güneş panellerinden elektrik üretme fikri var. “En azından ışıklarım yansın, televizyon olsun o bana yeter” diyor. Güneş panellerini ilerde hayata geçireceğinden bahsediyor. BENİM İÇİN MÜLKİYET DUYGUSU ÖNEMLİ Evin dikkat çekici unsurlarından biri de taşlar. “Çok iyi bir taş ustasına denk geldik” diyor Taner, “Limra taşı kullandı ve hepsini tek tek döşedi. Ustayı o konuda rahat bıraktım. Son dakikada atölyenin olduğu yapıyı da istedim. O kısım aslında boş bir terastı. Taş ustası dedi ki, buraya taş yapamayız, kaldırmaz. Ama çok iyi bir malzeme bulacağını söyledi. Alaçatı dekoru verilerek yapılmış dökme beton. Usta öyle bir döşedi ki, gerçekten Alaçatı taşı gibi oldu. Üstelik hafif”. Tüm arazinin etrafını duvarla çevirdiğinde ise köylü tepki göstermiş, “Açık kalsın, neden her yeri kapatıyorsun?” diye. “Benim için mülkiyet duygusu çok önemli” diyor Taner, “Boğa burcuyum, ondan sanırım. İstanbul’daki evimin de her yeri duvarla kaplıydı. Köylü burada buna alışık değil. Ama şimdi alışıldı, herkes duvar yapmaya başladı”. HER ŞEY TIKIŞ TIKIŞ OLSUN İSTEDİM Olimpos Evi’nin iki yatak odası vintage avizelerle hayli şıkırtılı bir görünümde. Evin tüm duvarları ise sanat galerisi gibi. Her yerden bir resim, obje ya da heykel fışkırıyor. Taner evin bu tatlı kaotik ambiyansından dolayı mutlu. Çünkü İstanbul’da yaşadığı ev bunun tam tersiymiş: “İstanbul’da 15 yıl kokpit gibi bir evde yaşadım. Galerist dönemimdi. Her şey çok steril, çok beyazdı. Galerist’in içi gibiydi. Mobilya yoktu. Bir hostes arkadaşım, ‘Sen resmen kokpitte yaşıyorsun, o yüzden buraya gelince hiç yabancılık çekmiyorum’ demişti! Boğa burcu olduğum için o yalınlıktan sıkıldım. Dolayısıyla bu evde her şey tıkış tıkış olsun, her yere eserler asılsın ve nesnelerle dolsun istedim”. İLK BAŞTA O SORUMLULUK KORKUTTU Zeytin ağaçlarının arasında gezinip Olimpos Evi arazisinin aşağıdaki bölümlerine indikçe farkediyorum, burası gerçekten çok büyük! “Koca arazinin sorumluluğu ilk başta korkutmadı mı?” diye soruyorum Taner’e. Şöyle yanıt veriyor: “Evet ilk başta bu sorumluluk korkuttu. Her şeyi asistanıma yıkıyordum. O gelip gidiyor ve yapıyordu. O ayrılınca nasıl olacak diye düşündüm, ama oluyormuş. Ustalar artık kardeşim gibi oldu. Demircim, ahşapcım geliyor. Her şeyi tatlı, keyifli bir hale dönüştürdük. Bahçe sulamak şu an günün en şahane şeyi. Alp zaten ektiği çamlara aşık. Bostan da ondan sorumlu. Ateş çanağını Ayşen ve Ziya (Olympos Lodge’un sahibi olan çift) yaptırdı. Ateş köşemiz oldu. Ev kendi kendini yaratmaya başladı. Yaşayan bir organizma gibi”. Arazinin etrafına dikilmiş servi ağaçları ister istemez bana Toskana’yı anımsatıyor. Taner’e bu hissimi söylüyorum, beni doğruluyor: “Evin yapımı sırasında İtalya’ya gitmiştim. Gerçekten İtalya’nın köyleri delice. Servi ağaçları birer heykel gibi, muazzam. O seyahat sırasında dedim ki, kesinlikle serviler arazide olmalı. İtalya dokusuyla Antalya’yı birleştirmek istedim. Bol palmiye ve hurma ağaçlarıyla servileri. Beş yıl sonra palmiye ve hurmaların büyüdüğünü düşün, burası bambaşka olacak. Biraz daha sabır”. Tamamı için... Print VOL - VII SUMMER 2022 Out of Stock View Details Dijital / Pdf YUZU MAGAZINE - VII 60,00₺ Price View Details
- INSAN-2
Mayıs 2020 | İnsan | Türkiye Transhuman evrimine hazır mısınız Derleyen | Ufuk Baştürk B BC ve HBO ortak yapımı İngiliz dizisi Years and Years’ın bir bölümünde ergenliğini yaşayan Bethany bir gün ailesine açılır. “Bu bedende mutlu değilim” der. Ailesi bu sözleri über bir anlayışla karşılar, “Seni her halinle seviyoruz canım, kızımız ya da oğlumuz olarak, her türlü” diyerek… Bethany şaşırır, “Ben cinsiyet değiştirmekten bahsetmiyorum ki, transhuman olmaktan bahsediyorum” diye. Bu kez şaşırma sırası ailededir! Önce bunun ne anlama geldiğini kavrayamazlar. Bethany açıklayınca da dehşete düşerler: “Bedeninden kurtulup sonsuz bir data oluyorsun. Her türlü bilgiye erişebiliyorsun. Bedeninden dolayı kısıtlanmaların ortadan kalkıyor”. Nitekim dizinin ilerleyen bölümlerinde Bethany’nin “transhuman” olma maceralarına tanık oluruz. Çünkü Years and Years önümüzdeki 15 yılda olması muhtemel olayları gözümüzün önüne sererken en çok da bu konu üzerinde durur. Evet, bir tür Johnny Depp’in oynadığı Transcendence filminde olduğu gibi… Peki gerçekten kendi türümüzün evriminin ötesinde yaşamayı hayal ediyor musunuz? Dünyada bir türün başka bir türe evrimleşmesi yüzyıllar boyu süren biyolojik süreç ve doğal seçilimle olurken tüm bunları bir anda atlamak acaba nasıl olurdu? O zaman insanlığın yüzyıllar boyu sürecek evrimini on ya da birkaç yılda sağlayacak Transhuman, yani Transhümanizm akımına hoş geldiniz! Bu hareket, tıpkı dizide bahsedildiği gibi, insanlığı çığır açan teknolojilerle daha fazlasına dönüştürmeye kararlı! İYİ DE TRANSHUMAN NEDİR? Aslında insan vücudunu teknoloji aracılığıyla geliştirmek neredeyse insanlık kadar eski bir fikir. Aletleri kullanmaya başlayıp ateşi kontrol etmeye başladığımızda ilk biyolojik engelimizi ortadan kaldırmıştık. Evrim kurtlara bir dizi sivri diş, çitalara eşsiz bir hız verdi ama insanlığa da en sofistike zekâyı! O zamandan beri insanlık bunu kullanarak yaşam boyu karşılaştığı birçok biyolojik eksikliği tamamladı. Transhümanizm ise sadece çevremizdeki eksiklikleri karşılayacak şekilde değil; kendi biyolojimizi teknolojiyle değiştirip geliştirmekten bahsediyor. Örnek verelim: Şu anda miyop veya astigmatı gözlük ve lenslerle düzeltiyoruz. Ya da dişlerimizi diş telleriyle… Transhümanizm eksikliği olan bir gözü tamamen değiştirmekten yana! Dahası da var: Bedenimizin algılayamadığı birçok duyuyu tamamen algılayabileceğimiz şekilde geliştirmek istiyor Transhümanizm. Dolayısıyla Transhümanizm aslında vücudumuzun herhangi bir bölümünü iyileştirmekle ilgilenmiyor. Esas derdi, onu mevcut işlevinden daha fazlasını mümkün kılacak şekilde mükemmele ulaştırmak… YAPAY BİR GÖZ NEDEN GÖREMESİN? Nöroplastisite, Transhümanizmi mümkün kılacak alanlardan biri. Normalde beyindeki nöronlar bilgiyle, travmayla, işlev bozukluğuyla ve uyaranlarla yeni bağlantılar kurabilme özelliğine sahip. Bu da beynin yeniden yapılandırılması için bir kapı aralığının her daim var olduğu anlamına geliyor. Yeni bir yetenek öğrenmek, bir bilgiyi ya da insanları hatırlamak, bilinçli bir şekilde düşünmemize gerek kalmadan bedenimizle karmaşık hareketleri yapabilmek bu yüzden çok da zor değil! Nasıl mı? Şöyle: Nöroplastisite’nin öncülerinden nörobilimci Paul Bach-y-Rita, gözlerimizle değil aslında beyinlerimizle gördüğümüzü söyler. Duyularımızın birçok yönden değiştirilebilir olduğunu da! Mesela körlüğe karşı yaptığı öncü bir araştırmayla kişinin diliyle ‘görebilmesini’’ sağlamıştır (Bu noktada bakınız: BrainPort teknolojisi). Görme, duyma, dokunma, koklama ya da herhangi bir duyuyu anlamanın anahtarı, dış uyaranları beynin işlediği elektrik sinyallerine çevirebilmek. Unutmayın; beynimiz çevremizdeki dünyanın duyusal algısını anlayabileceğimiz şekilde işliyor. Aslında elektrik sinyalleri sinir sistemimizde dolaşırken birbirlerinden herhangi bir farkları yok. Sadece beynin onları nasıl işlediğine (yorumladığına) bağlı olarak değişkenlik gösteriyorlar. İşte bu durum mevcut algılayıcılarımızın teknolojiyle yeniden yapılandırılması için bir açık kapı! Işığın gözümüze girerek kornea ve retinamızı uyardığını ve nihayetinde optik sinir sisteminin bu uyaranla beraber sıfır değerinden 1'e döndüğünü biliyoruz. Peki bu durumda yapay bir göz, kızılötesi ve ultraviyole ışıkları içeren daha geniş spektrumları neden göremesin? Eğer göz beynimiz için bir video kamera ise neden değiştirilmesin? Beyin başlangıçta farklı sinyalleri nasıl yorumlayacağını bilemeyecek, ama yorumlamanın da bir yolunu bulacak. Herhangi bir ışığı yorumlayabildiği gibi yeni ışığın dalga boyunu ‘görmeyi’ de çözecek! Böyle bir şeyi düşünmek hali hazırda sensör değiştirmenin birçok örneği olduğundan ötürü hiç de zor değil. GELECEĞİN TRANSHÜMANİZMİ ŞU AN BAŞLADI BİLE Bugün Transhümanistler çeşitli gruplardan oluşuyor. En önemli iki örnekten biri, DIY olarak bilinen ‘”Biyolojik Hackerlar”. Diğeri ise Amerikan Savunma Bakanlığı. Bir biyohacker bu hareket için vücudunu ortaya koyacak kadar istekli. Elbette bir tıbbi onay ya da yardım beklemeden… Tıpkı dizideki Bethany gibi. ‘Biyohacking’ kendi kendinize implant edebileceğiniz ve işyerinize geldiğinizde basit elektronik kilitleri açmanıza yarayan bir RFID etiketi ya da derinizin altına yerleştirip manyetik alanları belirlemenize yardımcı olabilecek ufacık bir mıknatıs bile olabilir! İkinci grup Amerikan Savunma Bakanlığı demiştik… Dünya üzerindeki birçok ordunun Transhümanizm öncüsü olmaya can atması şaşırtıcı değil. Amerikan Savunma ve İleri Teknoloji Ajansı da (DARPA), şimdilerde Transhümanist teknolojileriyle askerlerin bir kertenkele gibi düz duvara tutunmasını sağlayan ‘yetenekler’ üzerinde çalışıyor! Önümüzdeki yıllarda bilgisayar teknolojilerinin giderek daha küçük boyutlara indirgenmesiyle yapay zekâya bağlı beyin implantlarının yapılması da mümkün olacak. Nitekim DARPA hali hazırda bunun araştırmasına da çoktan başladı. TRANSHUMAN NE KADAR İNSAN? Kuşkusuz Transhümanizme dair çalışmalar birçok felsefecinin boğuştuğu o kaçınılmaz soruya yöneltiyor bizi: İnsan olmanın anlamı nedir? Evrimin bir sonucu olarak beynimiz ve beynimizin ürettiği teknolojik gelişmeler bizi biyolojik sınırlarımızın ötesine götürdü. Bu durumda yapay bir göz tüm bunlardan farklı mı? Değil. Ya da bir geyiği çıplak ellerle öldürmektense yeni bir okla öldürdüğümüzde daha mı az insan oluyoruz? Tüm bunlara kim karar verecek? Dahası, gözlemci ve ekonomistler Transhümanist hareketin zenginlerle yoksullar arasındaki uçurumu daha da büyütebileceğine dikkat çekiyor. Çünkü Transhümanist teknolojiler tahmin edilebileceği gibi pahalı olacak. Bu da demek olacak ki; zenginler dünyanın geri kalanından daha ilerde olacak ve geriye kalanlar için basit sağlık hizmetlerine ulaşmak bile çok zor olacak. Peki Transhuman evrimine nasıl hazırlanmalı? Yapılması gerekenlerin başında şu var: Bu teknolojiler ilerledikçe insanlığın ırk olarak nereye gideceğiyle ilgili görüşlerin açık bir şekilde tartışılması… Çünkü bu teknolojiler hızlı bir şekilde geliştiriliyor. Dolayısıyla Transhümanizm’in bizi nereye götüreceğine yine bizlerin karar vermesi gerekiyor. Eğer bunu yapamazsak Transhuman geleceği çok da istediğimiz bir gelecek olmayabilir! İNSAN | Kategorinin diğer yazıları Sosyal mesafe çemberinde sonsuza dek mutlu yaşadı… Ekmeklerinin en sıkı müdavimi Sezen Aksu En yeni seksi şef: Karpat Deviren GSA’yla bol olasılıklı konuşma: ‘Hayat ikna olduğun şeye dönüşüyor’ Bir Milanolunun gözünden ‘yeni normal’ ‘Normal’ değiliz hiçbirimiz Antarktika’ya kendi kullandığı uçakla giden maceracı şef Hareketli, yanık tenli, insan canlısı bir çocuk büyüttük Akyaka’da Transhuman evrimine hazır mısınız ’74PODCAST’lerde gelecek konuşmaları Korona günlerinde “Arizona Dream” Tulum’da karantinada olmayı dj Carlita anlatıyor Beden Oyunları Korona günlerinde Alaçatı Hayat, mutfağa kapanıp mükemmelin peşinde koşmak değil Çünkü aylarca çeşitli manastırlarda kaldım… Karantinada yalnız değilim, çünkü köpeğim Zeus var! Yalnız yaşama sanatı: Ohitorisama!
- INSAN-2
Mayıs 2021 | İnsan | Türkiye MELİKE ALTINIŞIK İstanbul’un rüzgârını kuleye dönüştürdü Yazı | Onur Baştürk Fotoğraf | NAARO S on dönemde ismini daha çok Radyo-TV Kulesi’nin mimarı olarak duyurdu. Ama aslında öncesi ve bundan ötesi var: Zaha Hadid’in Londra’daki ofisinde, uluslararası bir ekiple beraber büyük projeleri çalıştığı temposu yüksek yıllar... İstanbul’a gelip kendi mimarlık ofisi MAA’yı oluşturduğu “yeni bir sayfa” dönemi... Ve bu yılın sonunda inşasına başlanacak Seul’deki “Robot Bilimi Müzesi”nin tasarımını üstlenmesiyle önünde açılan “başka bir gelecek” vizyonu. Mimar Melike Altınışık, kısaca “kapılar” olarak özetlediği yolculuğunu anlatıyor. 2006-2013 yılları arasında Zaha Hadid’in Londra ofisinde proje yürütücüsü olarak çalıştın. O süreçte kendin ve mesleğinle ilgili neler öğrendin? Her mimari yapının kapısı, o yapıyla kurduğunuz mekansal ilişkiye dair çoklu anlam taşır. Nedeni çok doğal: Kapılar, iç ve dış mekan ilişkisinden Devamı için... Print YUZU MAGAZINE - III Out of Stock View Details
- PEOPLE
January 2023 | People BE ORIGINAL by PANERAI vol-l HAKAN YILDIZ Words & Photos Onur Baştürk Sabah 06.00’da Beykoz Konakları’ndaki evinden kalkıp Sidney’deki Bondi Beach’in mikro bir versiyonu olan Riva Surf House’da sörf yapmaya gidiyor. Bir saat kadar dalgalarla boğuştuktan sonra soluğu şirketi Haker Group’un Levent’teki ofisinde alıyor. Creed, Juliette Has A Gun, Memo, Frederic Malle, Amouage ve Diptyque gibi birçok global parfüm markasının Türkiye temsilciliğini yaptığı ofisinde bir yandan işlerle ilgileniyor bir yandan da hayalini kurduğu yeni deneyimler, hobiler için planlama yapıyor. Çünkü onun hayat tarzının olmazsa olmazlarından biri yeni deneyimler yaşamak. Kendisi gibi düşünenler için de yakın zamanda bir web sitesi açtı: www.bucketlist.com.tr Hobilerini işe dönüştüren başarılı iş insanı Hakan Yıldız’dan bahsediyorum. Hakan’la sörf yaptığı Riva’da buluştuk ve Karadeniz’in hırçın dalgaları eşliğinde hayat tarzını, şimdiye kadar gerçekleştirdiği çılgın deneyimleri konuştuk. SÖRF, TABİATIN BİZE VERDİĞİ BEDAVA SÜRÜŞ KEYFİ Seni bildim bileli ekstrem sporlara meraklısın. En son bıraktığımda kite yapıyordun, şimdi dalga sörfü. Sörfe geçişin nasıl oldu? Genel anlamda sporu, özellikle doğada yapılan sporları seviyorum. Ama yaptığım sporlara ekstrem demek doğru gelmiyor. Snowboard, kitesurf veya dalga sörfü yapabilirsiniz, ama bunu ekstreme taşımak aldığınız riskle doğru orantılı. Mesela 1 ya da 2 metrelik bir dalgada sörf yapmanın riski çok yoktur, ama 6 metrelik bir dalgada yapıyorsanız risk yüksektir. Yani yaptığınız gerçek anlamda ekstrem spor olur. Aynı şekilde dağda kayak ve snowboard yapabilirsiniz, ama ulaşımı sadece helikopterle olan bir dağdan kayak ya da snowboard yapıp uçurumun kıyısından paraşüt açıyorsanız o zaman benim gözümde ciddi bir ekstrem sporcusunuz! Yapmaktan keyif aldığım her spor ise mevsimine göre değişiyor. Yazın kitesurf yapıyorum. Akyaka, Urla ve Gökçeada’da. Ama İstanbul’da dört mevsim dalga sörfü yapabiliyorum. O yüzden kitesurf’den dalga sörfüne geçişten ziyade, bulunduğum coğrafya ve mevsim hangi spora elverişliyse onu yapmayı tercih ediyorum. Dalga sörfünü ise küçüklüğümden beri yapmak istiyordum. Sabah kalkıp elinde sörf board’u ile denize giden biri, arabası ve çantasıyla işe giden birine göre daha kaliteli bir hayat yaşıyor gibi hissediyordum. Sörfü ilk nerede yapmaya başladın? Türkiye’nin bu spor için elverişli olduğunu yaklaşık üç yıl önce keşfettim. Önce Kocaeli’nin Babalı köyündeki Danube Surf House’da, Tolga Hadımoğlu hocamdan ve yetiştirdiği öğrencilerden sörf dersi aldım. Hemen hemen birçok haftasonunu orada geçirdim. Bir kış ayında ise Sri Lanka’da sörf kampına gittim. Daha sonra İstanbul Riva ve Şile’de dalga sörfü yapılacak sahiller keşfettim. Meğer Karadeniz bu spor için bir cennetmiş! Riva Surf House’da Samet Mutlugün sörfümü geliştirmem için ciddi destek oldu. Evime yakın mesafede olduğundan dolayı fırsat buldukça, dalga durumuna göre, sabah 6 gibi Riva’ya gidip erkenden suda olmayı tercih ediyorum. Sonrası duş ve ofis! Seni sörfe çeken ne oldu? Öncelikle saatlerce suda zaman harcayıp aynı zamanda çok güzel bir manzaranın tadını çıkarıyorum. Bireysel bir spor olsa da; suda dalgaları izleyip bir sonraki alacağınız dalgayı heyecanla beklerken, gelişiminize yardımcı olan birçok tanımadığınız sörfçüyle bağ kuruyorsunuz. Ayrıca sörf hem eğlenceli hem de sağlık, mental sağlık ve atletizm açısından son derece faydalı bir spor. Sörf öğrenmek kolay mı zor mu? Ne kadar sürüyor eğitimi? Bir teorim var. Eğer yeni bir hobiye başlamak istiyorsanız, aralıksız sekiz saatlik eğitimden sonra hayatınıza motor kullanmaktan kitesurf’e kadar birçok spor veya hobiyi temel seviyede ekleyebilirsiniz. En azından benim için bu şekilde oldu. Ama aynı şeyi dalga sörfü için söyleyemiyorum! Aldığınız keyfe karşı harcamanız gereken emek bir o kadar fazla. Dalga sörfü eğitimi son derece basit aslında. Temel bilgileri öğrenmeniz maksimum 1 ya da 2 saat. Ama asıl hikaye öğrendiğiniz temel bilgiyi suda uygulamak! Bu nedenle eğitim hiç bitmiyor. Bir dalga diğeriyle aynı olmuyor. Dalga yakalamak çok ayrı bir beceri. Diyelim yakaladınız, dalgada kayabilmek bambaşka bir beceri. Yani tüm bu süreci tamamlamak zamanınızı alıyor. KATİL BALİNALAR BİZDEN KORKUP YÖN DEĞİŞTİRİYORDU Norveç’te katil balinalarla yüzme deneyimi de yaşadın. Tam bir hafta sürdü diye biliyorum. O deneyimi anlatır mısın? Bir gün arkadaşlarımla yemekteydim. Deneyimlerden ve herkesin ‘bucketlist’inde neler olduğundan bahsediyorduk. Arkadaşım, katil balinalarla yüzmek gibi bir hayali olduğunu söyledi. Ben de bu deneyim için en doğru adresin neresi olduğunu söyledim. Yaklaşık bir yıl önceden rezervasyonunu yaptığımız katil balinalar ve kambur balinalarla yüzme deneyimi için kasım 2019’da Norveç’e doğru yola çıktık. Bu muhteşem canlıları kendi tabiatlarında görme fikri bizi çok heyecanlandırmıştı. Bir araştırma teknesinden yolcu ağırlayabilen bir tekneye çevrilen 1958 yapımı Kinfish teknesinin ufak kamarasında 3 kişi, tam 1 hafta deniz üzerinde konakladık. Norveç’te kasım ayında hava sabah 8 gibi aydınlanıp 15.30 gibi kararır. Hava genellikle gündüz 9 derece civarında olup suyun sıcaklığı da 8 derece gibidir. Kısacası buz gibi! Büyük deniz canlılarıyla ilgili belgeseli olan Patrick Dykstra rehberliğinde her sabah saat 7’de DrySuit adı verilen soğuk suya dayanıklı giysilerimizi giyiyor, botlara atlayıp katil balinaların yüzme rotasını bulmak için yola çıkıyorduk. Koca okyanusta bu canlıları bulmak için teknemiz diğer balıkçı tekneleriyle iletişime geçip hangi bölgelerde görüldükleri hakkında bilgi ediniyordu. Yüzme rotalarını bulduğumuzda, onları rahatsız etmeyecek şekilde yüzdükleri yönün biraz önünde durup elimizde sualtı kameralarıyla sessiz bir şekilde suya giriyorduk. Çoğu kez katil balina dediğimiz Orca sürülerinin suda hemen altımızdan ve yakınımızdan geçmesine tanık olduk. Bize bir şey yaptılar mı? Tabii ki hayır! Yaklaşık 8 metre uzunluğunda ve 5 ton ağırlındaki bu canlılar sizin suda tam olarak nerede olduğunuzun çok farkındalar. Bizim onlardan korkmamızın yanı sıra onlar da bizden korkuyordu. Hatta birçok kez suya girmemizin ardından yönlerini değiştirip kaçtıklarına tanık olduk. Yani tehlike değiller mi? Kulağa başta korkunç gelse de aslında katil balinalar bir yunus türü. Bu balinaların insana saldırganlığı hemen hemen hiç yok. Aynı şeyi kambur balinalar için de söyleyebiliriz. Zaten hiçbir canlı bir tehdit altında değilse kendi besin zinciri dışındaki bir canlıya zarar vermek istemez. Maalesef bunu sadece insanlar yapıyor. DENEYİMLER BİZİMLE KALIR, EŞYALAR GİBİ DEĞİLDİR Sonunda tüm bu ekstrem deneyimleri herkese yaşatabileceğin bir de web sitesi kurdun: Bucketlist. Nereden aklına geldi bu proje? Çoğumuzun günlük rutinleri birbirine benziyor aslında. Sabah kalkıyoruz, çok keyifli olmayan haberleri izleyip keyif almadığımız trafikte, azınlık hariç, keyif almadığımız bir işe gidip, akşam yine trafikte eve gelip yemeğimizi yiyip televizyon programlarını izleyerek geçiriyoruz. Bu döngünün içerisinde mutlu olabilmek adına bize geçici mutluluk veren yemek alışkanlıkları, alışveriş alışkanlıkları ve hayat tarzları ediniyoruz. Aslında bakış açımızı biraz değiştirirsek tüm hayatımızın ne kadar değişeceğini görebiliriz. Bunu söylüyorum, çünkü benzer süreçten kendim geçtim ve aradaki farkı biliyorum. Dostlarınızla keyifli bir ortamda bulunduğunuzda inceleyin. İnsanlar birbirlerine yaşadıkları anıları anlatırken mutlu olur, gittikleri bir yerden bahsederken veya birlikte yaşadıkları bir deneyimi konuşurken… Çünkü yaşadığımız deneyimler hep bizimle kalır, eşyalar gibi değildir. Çok sevdiğiniz bir telefonun heyecanını alana kadar ya da aldıktan sonra 1 saat yaşarsınız. Daha sonra ilk heyecanınız kaybolur. Yaşadığınız bir deneyimi ise ömür boyu hatırlarsınız ve her bulunduğunuz ortamda anlatırsınız. Çünkü o size kalıcı bir mutluluk vermiştir. Bu fikirden yola çıktım: Neden yaşadığımız deneyimleri ve anıları biriktirmeye başlamıyoruz? Özellikle bunu sevdiklerimizle birlikte paylaşarak yapmıyoruz? AKTİF SPOR YAPTIĞIM İÇİN HAFİF SAAT TERCİHİM Doğada zaman daha mı yavaş akıyor yoksa zamanı hissetmiyor musun? Yavaş akıyor. Ama bu güzel bir haber. Çünkü oturup çevrenizi izlemeye, incelemeye veya kendinizi dinlemeye olanak sağlıyor. Sörf çekimi sırasında kullandığın Panerai’nin Submersible model saatleri balıklama dalmadığın sürece suya dayanıklı. Nasıl bir duyguydu sörf sırasında saat kullanmak? Açıkçası sörf yaparken benim için iki kriter var. İlki şu: Saati bilmek isterim. Çünkü gün içinde yapmam gereken birçok şey var. Eğer kolumda saat olmazsa çok rahat üç saatimi suda geçirebilirim. O yüzden saat olmazsa olmazım. İkinci kriter, aktif spor yaptığım için hafif saat kullanmak benim için önemli. Her iki açıdan da beni son derece memnun etti açıkçası.
- INSAN-2
Mart 2022 | İnsan | Türkiye | Vol II BERRAK YURDAKUL Hayata Karşı Takınılması Gereken Dört Tavır Yazı | Onur Baştürk K onuşmayan Tavus Kuşu Camio, Altıncı Irk, İki Cihanın Bekçisi, Ev Yapımı Bir Paraşüt, Senin Hakkında Yedi Şey Düşündüm... Berrak Yurdakul’un kitaplarında üstten bakmayan ince bir bilgelik ve yol göstericilik her daim vardı. Son dönemlerde ise öğrendiklerini sadece kitaplar aracılığıyla değil, online seminerlerle de aktarıyor. O bildik kişisel gelişimcilerden şu açıdan net bir şekilde ayrılıyor: Tibet’teki sağlam eğitimi ve Budist oluşunu gizlememesiyle... Önüne gelenin kişisel gelişim kitabı yazdığı, kendi çapında Osho’culuğa soyunduğu bu kaos zamanlarda insanlara seminerler verip kitap yazıyorsun. Zihinlerinin esiri olmamayı öğretiyorsun. Bu “kendini arayış” çılgınlığını nasıl görüyorsun? Son derece memnunum. Yoga, mindfulness ve meditasyon gibi konuların moda olması birçok değişik okul ve çok sayıda öğretmenin ortaya çıkmasına imkan tanıdı. Bunların arasında sağlam temeli olmayan veya arayış içindekileri yanlış yönlere sevk edecek olanlar da kuşkusuz vardır. Ama bilginin bu kadar erişilebilir hale gelmesi ve günlük hayatın içine girmesini sevindirici buluyorum. Ayrıca yaşamımızın anlamlı ve değerli olması için kendimizi aramak, zihnimizi tanımak, kalbimizin ne durumda olduğunu bilmek mecburiyetindeyiz. Daima dış dünyaya ve başkalarına kaptırdığımız dikkati kendimize çevirmek ve dürüst, tarafsız, cesur bir bakışla kendimize bakmalıyız. Yoga, meditasyon ve mindfulness pratikleriyle dikkati dışarıya değil içeriye çevirmeyi, durmayı, sessiz olmayı, dinlemeyi ve izlemeyi öğrenirsek kendimizle tanışma şansını elde ederiz. Budizmi benimseyişin nasıl oldu? Bilgileri nerede aldın, herhangi bir eğitimden geçtin mi? Budizmle yirmili yaşlarımda tanıştım ve budist görüşün zihne yaklaşımından, zihin eğitimine verdiği önemden, gerçekçiliğinden çok etkilendim. Bir Nepal seyahatim sırasında, Çin işgalinden sonra Nepal’e yerleşen ‘Chogye Trichen Rinpoche’ ile karşılaştım. Rinpoche ile biraz sohbet etmem, budist olmak isteğini içimde uyandırmaya yetti. Daha sonra başka öğretmenlerle çalıştım, ama esas olarak Trichen Rinpoche’nin öğrencisiyim. Rinpoche, 2007 yılında bu dünyada kullandığı bedenden ayrıldı ama biz öğretmen öğrenci bağının ölümle kopmayacak kadar güçlü olduğuna inanırız. KENDİ KİBRİMİ, ŞİDDETİMİ GÖRDÜM Dönüşüm sürecin nasıl oldu? Budist pratikleri hayatıma entegre edip çalışmaya başladıktan sonra kendimde birçok değişim gözlemledim. Budizm bize kendi karanlık taraflarımıza bakmayı öğretir. Ben de çoğu insan gibi dünyada gördüğüm adaletsizlikten, zulümlerden, sevgisizlikten dolayı hep başkalarını suçlamaya ve kendimi temize çıkarmaya programlanmış bir zihne sahiptim. Objektif bakışla kendime bakınca, tüm bu karanlık unsurların benim içimde de olduğunu gördüm! Kendi kibrimi, içimde açıkça ve gizlice taşıdığım şiddeti, bencilliğimi, iki yüzlülüklerimi ve daha başka birçok şeyi gördüm. Bunlardan tamamen arınmak katiyen kolay bir iş değil. Ama orada olduklarını kabul etmek bile oldukça büyük bir adım. Zihnimle biraz olsun işbirliği yapabilmeye, kendimi daha az ciddiye almaya ve daha çok sevebilmeye başladım. Uzun yıllar kendime ve başkalarına çektirdiğim gereksiz ıstırapların büyük bölümünden kurtuldum, geçmişin yükünü taşımayı bıraktım, daha sevinçli ve daha neşeli bir kalbe kavuştum. Peki Budizm bir din mi öğreti mi? Bu konuda kafalar hep karışıktır... Budizm, bir din değil çünkü Buddha bir peygamber değil. Senin, benim gibi bir insan. Kendi zihnine bakmış ve onu tanıyarak büyük bir özgürlük kazanmış. Bize bu özgürlüğü nasıl kazandığını anlatır, kendi uyguladığı yöntemleri öğretir ve pratikleri yaparsak varoluşa dair bütün yanıtları kendimizin bulabileceğini söyler. Budist pratiklerden faydalanmak için budist olmak gerekmez. Hangi inanca sahip olursanız olun, mindfulness ve meditasyon pratikleriyle içsel özgürlükler kazanabilir, kendinizi daha iyi tanımayı ve kalbinizi açmayı öğrenebilirsiniz. Uyanış, uyanmak ya da çok kullanılan ve içi boşaltılmış haliyle “farkındalık”. Aborijinler ya da benzeri eski topluluklar gibi bir hayat sürmediğimiz ve gün içinde bin tane uyarıcıyla beraber yaşadığımız için dikkatimizi tam olarak ana veremediğimizi ve “anlık uyanışlar” sonrası tekrar uyuduğumuzu, yani sisteme uyduğumuzu düşünüyorum. Ne dersin? Ömrü boyunca bunun dışında hareket etmiş olan ve şimdiki anı geçiştirmeye programlı bir zihne sahibiz. Böylesine kök salmış bir alışkanlığı, yani her fırsatta geleceğe, geçmişe veya hayal dünyasına yönelen bir zihni dizginlemek oldukça zor bir iş. Öte yandan, ısrarlı ve sıkı bir pratik neticesinde zihin bizimle işbirliği yapmaya, gittikçe daha uzun süreler şimdiki anda kalabilmeye başlar. Uyanık kalmak, kafamızın içinde yaşamak yerine gerçekten yaşamaya başlamak demek. DAİMA YARALI CEYLANIZ, ÇÜNKÜ... “Hayata karşı takınılması gereken dört tavır” yazına bayılmıştım. O tavırlardan ilki “yaralı ceylan tavrı”. Diyorsun ki, insan tıpkı bir yaralı ceylan gibi kendini iyileştireceği bir sığınak bulmalı ve oraya sık sık gitmeli. Neden yaralı bir ceylan gibi? Böyle hissetmediğim zamanlarda da kendi yarattığım sığınağa gidemez miyim? İnsanın özünü hissetmesi için hep darbeli mi olması gerekiyor? Budist bakış açısına göre bizler daima yaralı ceylanız! Kendimizi kötü ya da iyi hissetmemiz yaramıza dair hiçbir şey değiştirmez. Çünkü yaramız gerçek doğamızı bilmeyişimizden, sevgi ve şefkatten oluşan gerçek varlığımızdan uzaklaşmış olmaktan kaynaklanır. ACI DAHA AZ ACITIR İkinci tavır, güçlü aslan tavrı. Burada da “İnsan üzücü ve sarsıcı durumlara kendini kaptırmamalı, kasvetli düşüncelerin eline geçirmemeli zihnini” diyorsun. Burada da minik bir muhalefetim var: Üzücü durumlar ya da olumsuz düşünceler de bir şey öğretmiyor mu insana? O düşüncelerin esiri olmamayı anlıyorum ama onları yaşamaktan yanayım galiba... Üzüntülü veya sevinçli, her anın tamamen yaşanması gerekli. Hayat bunların bütünü. Hiçbir tecrübeyi bu kötü diye itip uzaklaştırmaya çalışmamalı. Bu sadece bölünme ve çatışma yaratır. Olumsuz düşüncelerden asla kaçamayız, ama onlarla özdeşleşmemeye gayret etmeli. Ele geçmekten kasıt budur: Kendini zihnin içeriğine kaptırmadan tüm kötü duygularla, düşüncelerle, tecrübelerle kalabilmek... Her ne oluyorsa onunla kalırız, ama zihnimizin o ana dair yazdığı hikâyenin içine dalmayız. Bu tavır bize zor zamanlarda sükunet getirir ve en önemlisi kendine acımanın derin çukuruna düşmekten korur. Zamanla pratiğimiz bize şunu gösterir: Zihnimiz abartılı tepkiler vermediği ve direnç göstermediği zaman acı daha az acıtır. En güzel tavır, rüzgâr tavrı. Onu biraz daha açar mısın? Genellikle içsel durumumuz dış tesirlere göre kolayca değişir. Bulunduğumuz yeri çirkin ya da kötü görüyorsak oradan hemen çıkmak isteriz. ‘Sevmiyorum, beğenmiyorum’ diye etiketlediğimiz birinin yanındaysak ondan uzaklaşmak isteriz. Rüzgâr böyle ayrımlar yapmaz. Hiçbir yeri kötü bulmaz, kimseyi beğenmemezlik etmez, ikiliğin kurbanı değildir. Herkesi ve her şeyi olduğu gibi görür, kabul eder. Her yerde aynı kolaylıkla, aynı hoşnutlukla dolaşır. Bir başka hoşuma giden ama kafamı karıştıran tavır da delilerin tavrı :) Sadece eleştiri ve övgüye kayıtsız kalma durumundan mı ibaret delilerin tavrı? ‘Sadece eleştiri ve övgüye kayıtsız kalabilmek’ dediğimiz şey aslında büyük bir ustalık gerektiriyor. İçsel olarak özgürleşmeden, egonun elinden kaçmadan yapılabilecek şey değildir bu. Ancak etkilenmiyormuş gibi, numara yaparsın belki. Gerçekten etkilenmemek için büyük içsel zaferler kazanmış olmak gerekir. Aklımız ve kalbimiz egonun eline geçmişken, zekâmız egoya hizmet ederken vaktimizin büyük bir bölümünü başkalarının bizim hakkımızda ne düşündüğünü önemseyerek ve kendimizi başkalarına beğendirmeye çalışarak geçiriyoruz. Bu çok büyük bir zaman ve enerji israfı. RÜYADAYKEN RÜYADA OLDUĞUNU ANLAMAK İÇİN... Bir başka merak ettiğim mesele: Rüyadayken rüyada olduğunu bilmek. Bunu yapabilmek için nasıl bir zihin eğitimi gerekiyor? Tibet’te ‘rüya yogası’ olarak bilinen bir pratik yapılır. Bu pratik, rüyayı yönetebilmek için yapılan bir pratiktir ve rüyadayken rüyada olduğunu bilmek ilk adımdır. Hiç de kolay olmayan bu ilk adımı atabilmek için gün boyu bazı özel egzersizler yapılır. Bir zamanlar gizli öğretiler olan tüm bu pratiklere artık kolayca ulaşılabiliyor. İletişim çağının en güzel taraflarından biri bu: Tüm manastırlar canlı yayın yapıyor, çok büyük hocalar online dersler veriyor, eskiden ‘sır’ olan pratikler herkese açıldı. Artık bilginin peşinde diyar diyar gezmemiz gerekmiyor, en derin bilgilere evimizden ulaşabiliyoruz. Yeter ki kendi üzerimizde çalışmak isteyelim, imkanlar çok. Tamamı için... Print YUZU MAGAZINE - II Out of Stock View Details Dijital / Pdf YUZU MAGAZINE - II 60,00₺ Price View Details
- INSAN-2
Nisan 2020 | İnsan | İngiltere Hayat, mutfağa kapanıp mükemmelin peşinde koşmak değil Röportaj | Onur Baştürk Ş ef Kemal Demirasal’ı önce Alaçatı’daki Barbun’la tanıdık. Ardından tüm dikkatleri üzerine topladığı ve müthiş bir çıkış yapmasını sağlayan Alancha geldi. Alaçatı’nın en tepe noktasına açtığı, Kopenhag’taki meşhur Noma’nın Egeli bir ikizi duran Alancha tüm yeme içme severler için nefis bir deneyimdi. Çok geçmeden Kemal restoranını bir yatırımcı ortakla beraber İstanbul’a, Nişantaşı’ndaki Maçka Residence’ın altına da taşıdı. Ama malum, bu tarz restoranların Türkiye’deki kaderidir: Meraklı müşteri birkaç kez gider ama sonra maalesef unutur. Alancha da bunu yaşadı ve sonrası kriz: Kemal Demirasal mekanı bıraktı. Alancha yoluna onsuz devam etti, Kemal ise ilk başladığı yere, yani Alaçatı’ya dönüp Yek ve Atelier adlı mekanları açtı. Yek halen devam ediyor ama Kemal bir süredir Londra’da yaşıyor. Kısacası yerinde durmuyor. Yapıyor, yıkıyor, tekrar yapıyor, kendini sürekli yeniden yaratıyor. Onu bu yüzden orijinal buluyorum. Şimdi söz onda… Kemal ne kadar oldu oraya gideli? Türkiye'yi neden bıraktın? Aslında spontane bir karardı! Bir akşam Alaçatı’da sezon sonu havuz başında oturuyoruz. Şarap ve sohbet ediyoruz. Gidişat ve gelecek üzerine. “Hadi bir şeyleri değiştirelim” dedik. Yeni hayat, yeni renk, yeni ufuklar… Vize bile almadan önce biletleri aldık. Sonra vize, ardından l aylığına ev kiraladık. İki valizle Londraya göç ettik. Şimdi ise yerleşik bir hayata geçiş… Doğrusu iyi ki yapmışız diyorum. Dünyanın merkezi New York derler, ama belli ki Londra aslında. Gizli kahraman misali. Müthiş bir alçakgönüllülük içinde, şehirleşmeden kozmopolitleşmiş bir kültür. Bir taraftan sanki 1800’lerde bir yerde zamanı durdurmuşlar. Bir tarafta ise geleceğe burası yön veriyor. Gideli iki sene olmak üzere neredeyse. Ben Türkiye’yi bırakmadım, o da beni bırakmamıştır umarım. Sadece şu an burası çok iyi geliyor. Bir gün başka topraklarda, başka coğrafyalarda da yaşamak istiyorum. Dünyayı farklı şekilde tanımak için. Hayat, mutfağa kapanıp takıntılı bir şekilde mükemmel olanın peşinde koşmak değil artık benim için. Yeni bir gün batımı, yeni hayaller, yeni müzikler, yeni ufuklar, yeni deneyimler... Bildiğim kadarıyla Londra'da şefliğe devam ediyorsun, ama nasıl? Biraz anlatsana... İki senedir şehri, dinamiklerini çok iyi anlamaya çalışıyorum ve idrak noktasına geldim sanırım. Bu süreçte henüz bir restoran ya da yeme-içme yatırım projesine dahil olmadım. Ancak bu süreçte çok üst düzey catering’lere hizmet verdim. O da hem beni heyecanlandırıyorsa hem de yaptığımdan anlayacak bir kitle ve içerik dahilindeyse… Bunun dışında global danışmanlıklara ağırlık verdim. Sadece Londra değil, Ortadoğu pazarında önemli iki markanın sıfırdan kurgusunu oluşturdum. Bildiğin üzere dört senedir YEK Design seramik markasını da devam ettiriyorum. Yakında Londra pazarına girmesi için çalışıyorum. Karantina döneminde ise hem ‘Madem Evdeyiz’ sosyal platform fikriyle Türkiye’ye destek veriyorum hem de Londra’daki sevdiğim eş dost Türk ve Londralılara ‘Evdeyiz’ adı altında haftalık yemek tedariği sağlıyorum. Perşembe günlerine kadar sipariş alıyoruz. Pazartesileri de kolilerin dağıtımını sağlıyoruz. Alaçatı’daki YEK bu yaz devam edecek değil mi? Değişiklikler var mı? YEK devam. Menüyü yenilemeye ve aynı çizgide devam ettirmeye özen gösteriyoruz. Eskiden beri kalıcı olan bir ekiple devam ettiğimiz için eksikliğimi olabildiğince hissettirmemeye özen gösteriyorlar. Zira bu yaz bakalım ne olacak? Çeşme’de yaz olacak mı? Hakikaten Türkiye ve dünya bazında yeme-içme sektörünü korona sonrası neler bekliyor? Senin bu konudaki yorumun nedir? Her şey değişecek, çok klişe ama evet, her şey değişecek. Artık biraz olsun herkesin kafasında dank etti yapılanların sonuçları. Küçük üreticilerin bu dönemde gösterdiği fedakarlığı umarım unutmayız. Restoranlara dönüş ise biraz zor olacak, zaman alacak. Üreticilerin büyük bir bölümünü kaybedebiliriz bu süreç uzarsa. Gece hayatının flört ve ‘date’ kısmı da epey sıkıntıya girecek diye düşünüyorum. Düşünsene tanımadığın biriyle nasıl sosyalleşeceksin, paranoya had safhada! Ama insanlar bir şekilde yeniye adapte olmanın, yeni sosyal neyse onu kurgulamanın bir yolunu eninde sonunda bulacaktır. Londra'da karantina durumu nasıl? Orada yaşayan birkaç arkadaşımdan biliyorum, insanlar parklara gidiyorlarmış aralarındaki sosyal mesafeyi koruyarak... Londra'da sanırım çok endişeli bir ortam yok, ne dersin? Burada karantina süreci bir taraftan çok rahat bir taraftan çok sıkıntılı. Rahatlık şu: Eğitim seviyesi yüksek. Parklar çok. Herkes birbirine çok dikkatli bir şekilde mesafeli. Kibar ve sabırlı. Her gün doğaya çıkabildiğimiz için şükrediyoruz. Zor olan taraf ise ada coğrafyasında yaşandığı için kaynaklar kıt. Süreç daha da uzarsa sıkıntılar yaşanabilir. Evde kalanlar için şef arkadaşlarınla birlikte başlattığın “Madem Evdeyiz” cidden şahane bir iş. Süreç insanlara şunu mu öğretti: Yemek yapmak aslında meditatif bir şeydir ve kendi çapında herkes bir şef olabilir.... Ne dersin? Öncelikle proje sosyal camiada biraz yanlış anlaşıldı. PR projesi olarak görüldü. Aslında öyle değil. Mesajımızı yemekle vermek istedik: Tüketim çılgınlığına kapılmadan, evde idareli olmanın yollarını öğrenmek ve aynı zamanda iyi şeflerden güzel tariflerle morali yüksek tutmak… Amaç buydu. Anladığım kadarıyla insanların bu meditasyona ihtiyacı varmış. Yarattığımız içerik yüz katına çıktı neredeyse. Zaman ve altyapı yetmiyor. İnsanların yemekle ilişkisi bu karantinayla beraber değişir mi? Artık hızlı yemek siparişi vermek yerine evde organik ve yavaş hazırlanmış yemeğe keskin bir dönüş olur mu bundan sonrasında? Gıda ve sağlık politikalarının değişeceği kesin. Yeme içme sektörünün kanunları yeniden yazılacak. Ama evet, salgın bize hızlı olmamayı öğretti. Yavaşladık, doğa bize yavaşla dedi. Bir bakıma her şeyi baştan gözden geçirmek için bir pencere açıldı önümüzde. Yemekle ilişkimizde de böyle olacak. Bu karantina sonrası bence ‘fast chain’ kültüründen uzaklaşılacak. En azından umudum o yönde. Mahalle restoranları, mahalle marketleri ön plana çıkacak. Karantina öncesi Londra Design Museum'da gezdiğin ‘Mars'ta Yaşam’ sergisini benimle paylaştığında çok etkilenmiştim. O sergide en çok aklında kalan şey ne oldu? İçine düştüğümüz durumla çelişse de, insanların üzerinden gelemeyeceği bir problem olmadığını düşünüyorum. Yeter ki bir amaç ve gelecek için bir olalım. Yıldızlararası bir kuşağın bir gün yetişeceğinin ilk kanıtıydı bu sergi benim için. En çok etkilendiğim şey ise bu kadar bilim insanının Mars’a gidip kolonileşebilmek için yarattığı teknolojilerdeki sadelik, basitlik ve sofistikasyonun ahengi oldu. Bir gün Mars'ta yaşasan, seranda sadece kısıtlı sebze üretimin olsa, en çok hangi yemeği yapardın? Bir tek rakı ve yetişebilecek sebzelerden meze sofrası:) İNSAN | Kategorinin diğer yazıları Sosyal mesafe çemberinde sonsuza dek mutlu yaşadı… Ekmeklerinin en sıkı müdavimi Sezen Aksu En yeni seksi şef: Karpat Deviren GSA’yla bol olasılıklı konuşma: ‘Hayat ikna olduğun şeye dönüşüyor’ Bir Milanolunun gözünden ‘yeni normal’ ‘Normal’ değiliz hiçbirimiz Antarktika’ya kendi kullandığı uçakla giden maceracı şef Hareketli, yanık tenli, insan canlısı bir çocuk büyüttük Akyaka’da Transhuman evrimine hazır mısınız ’74PODCAST’lerde gelecek konuşmaları Korona günlerinde “Arizona Dream” Tulum’da karantinada olmayı dj Carlita anlatıyor Beden Oyunları Korona günlerinde Alaçatı Hayat, mutfağa kapanıp mükemmelin peşinde koşmak değil Çünkü aylarca çeşitli manastırlarda kaldım… Karantinada yalnız değilim, çünkü köpeğim Zeus var! Yalnız yaşama sanatı: Ohitorisama!
- INSAN-2
Mayıs 2020 | İnsan | Türkiye Ekmeklerinin en sıkı müdavimi Sezen Aksu Yazı | İsmail Polat O nu tanıdığımda şehrin en büyük organizasyonlarına imza atıyordu. Hatta kurucusu olduğu 7 Tur’la ortak işler yaptık ve gittikçe güçlenen bir dostluğumuz oldu. Çok sık görüşemesek de onun sıcaklığını hep hissederdim. Bir gün yine bana yazdığında yeni bir proje var sanmıştım. Evet “yeni” bir şey vardı ama bu kez bambaşkaydı! İki yıl önce açılan “Pelin’in Ekmeği” ile büyük ilgi gören Pelin Uğur’dan bahsediyorum. Pandemi döneminde marketlerde ekşi mayaların tükenip herkesin evde ekmek yapmaya başladığı bu dönemde bu ilginin nedenini ve tabii ki iyi ekmeğin sırrını Pelin’e sordum. Tabii ki Pelin’in ekmeklerinin sıkı müdavimi olan Sezen Aksu’nun favorilerini öğrenmeden olmazdı; o da yazının bonusu… Şehrin en iddialı etkinliklerini yaparken “Pelin’in Ekmeği” nereden çıktı? Merak... Ekmek, aslında serüvenimin kilit kelimesi. Senin de yakından bildiğin gibi iş için çok fazla seyahat ediyordum. Ve her şey yurtdışında yediğim ekmekleri sorgulamakla başladı. Sürekli “Neden bizim ekmeklerimiz bu kadar güzel değil?” diyordum. “Unları mı farklı acaba?” diye düşünüp dururken ve ekmek hakkında en ufak bir bilgim dahi yokken, Fransa’dan Eric Kayser’in “Larousse du Pain” kitabını aldıktan sonra serüvenim başladı. Yoğun iş hayatımdan dolayı mutfakla hiç alakam yokken ekmekle yatıp kalkar oldum! 2015 yılında hayata gözlerini açan ekşi mayam ile sayısını hatırlamadığım kadar ekmek yaptım ve eş dostla paylaşmaya başladım. Ve bir somun ekmek, hayatıma ne kadar çok değerli ve yeni dostlar kattı tahmin dahi edemezsin. Bu paylaşım zinciri o kadar büyüdü ki, ekmeğimi yiyenler, istedikleri zaman bu ekmeğe ulaşmak istediklerini ve onları bu tattan mahrum bırakmamam gerektiğine beni ikna ettiler. TARTINE BAKERY’NİN KAPISINA KADAR GİTTİM Öncesinde nasıl bir hazırlık dönemi oldu? Ekmek aşkım, dünyada ekmek konusunda fenomen ve ilham kaynağı olan San Francisco’daki Tartine Bakery’nin kapısına kadar götürdü beni. ABD, Fransa, İtalya, Almanya’dan bavulda taşınan unlarla yapılan denemeler, artizan ekmek için en uygun yerli organik unu bulmama yardımcı oldu. 20 yıldır süregelen profesyonel iş hayatımın yanı sıra hobi olarak başladığım ekmek aşkı 2017 yılında minik bir fırına dönüştü. İşime ve evime yakın, sokak arasında, kimsenin dikkat etmediği sürece göremeyeceği 25 metrekarelik minik bir dükkân buldum ve haziran 2017’de ekşi mayalı ekmek fırınımı açtım. Önce bilenler gelip almaya başladı. Alıp da memnun kalanlar eşine dostuna söyledi. İkinci yılıma girdiğimde işim beklediğimden de fazla büyümüştü. İYİ EKMEK SABIR GEREKTİRİYOR İyi ekmeğin sırrı nedir? Ekşi mayalı ekmek her şeyden önce inanılmaz bir özen ve ilgi istiyor. İşin sırrı tam da burada. Hem mayana hem yoğurduğun hamura bebek gibi bakman gerekiyor. Artizan ekmek, tamamen el emeğiyle her aşamasına özen göstererek üretilen, ustalık gerektiren bir zanaat. Her gün aynı reçeteyi aynı şekilde uygulasan bile aynı sonucu alamayabilirsin. Dolayısıyla mevsim değişikliklerini, ortam şartlarını her an göz önüne alarak büyük bir dikkatle üretim yapmak gerekiyor. Bununla da kalmıyor. En çok da sabır gerektiriyor. Ekmeklerimiz yaklaşık 30 saat süren uzun ve yavaş fermantasyon sonrası pişiyor. Ne tür ekmekler yapıyorsun? Yaklaşık 15 çeşit ekmeğimiz var. Bunların 10 tanesini her gün çıkarıyoruz. Bazı özel ekmekleri ise sipariş üzerine yapıyoruz. Ekmeklerimizin tamamı ekşi maya ile yapılıyor ve endüstriyel maya kullanmıyoruz. En sevilenler hangisi? Klasik köy ekmeği en çok tercih edilen. Herkesin ekşi mayalı ekmek diye tabir ettiği en çok bilinen ve tüketilen ekmek. Ayrıca genetiği bozulmamış atalık tohumlardan üretilen 8-9 bin yaşında Siyez, Kars Kavılca, Karakılçık ve Dinkel unlarından yaptığımız ekmeklerle glutensiz karabuğday ekmeği de en çok tercih edilenler arasında. SEZEN, HELLİMLİ VE ZEYTİNLİ EKMEK SEVİYOR Sezen Aksu dahil birçok ünlü isim senden ekmek alıyor. Başka kimler var? Fırını açmadan önce de ekmek yapıyordum Sezen’e. Onun dışında Nil Karaibrahimgil, Sertab Erener, Büşra Pekin, Seda Bakan, Burcu Esmersoy, Hale Soygazi, Gülse Birsel ve Aslı Enver ilk aklıma gelenler... Sezen Aksu’nun en sevdiği ekmek hangisi? Sezen, hellimli&zeytinli ekmeğe bayılıyor. Diyet yapıyorsa siyez ekmeği tüketiyor. Ayrıca Ramazan pidesinden hiç vazgeçmiyor. Sezen’e yıl boyu Ramazan pidesi yapıyoruz. SOSYOLOJİK AÇIKLAMASI MUHAKKAK VARDIR Ekmek yapmak karantina döneminin de en popüler uğraşıydı. Sence neden? Gerçekten en popüler aktivite oldu. Olay o kadar büyüdü ki, en sonunda sosyal medyada tepki verenler, ti’ye alanlar bile oldu. Ekşi mayalı ekmek yapmak kolay bir iş değil. Ekşi mayalı ekmek yaparken gramajlar, oranlar çok önemli. Bunlarla ilgili süreç çok uzun olduğu için zorlananlar olduğunu gördüm. Ben de bu dönemde hem ekşi maya yapımı hem de ekmek tarifi paylaştım. Yapanlar oldu ama “Şimdi mecburen evde yapıyoruz, siz bir an önce geri dönün de sizden alalım” diyen çok oldu. Neden herkes yaptığı ekmeği paylaşma ihtiyacı hissetti? Bu bir rüştünü ispat etme durumu mu? Sosyolojik açıklaması muhakkak vardır ama benim tahminim şöyle: Yıl 2020. Açlık nedir, yokluk nedir, bilmiyoruz. O hikâyeler çok eskilerde kalmış. Ve birdenbire gözle dahi göremediğimiz bir virüs sebebiyle neredeyse tüm dünya eve kapanmak zorunda kaldı. Dolayısıyla herkes içgüdüsel olarak şuna odaklandı: Hasta olmamak ve aç kalmamak. Ekmek de binlerce yıldır insanların en temel besini. Sanırım herkes o yüzden ekmek yapmaya başladı. Ekmek normalde evde pek yapılan bir şey değildir biliyorsun, bu yüzden paylaşımlarda ekmek patlaması oldu. Evde de hep ekmek yapar mısın yoksa bu tamamen iş mi? Fırını açmadan evvel üç yıl boyunca evde ekmek yaptım. İş olarak yapmaya başladıktan sonra evde ekmek yapmayı bırakmıştım. Ancak pandemi ile birlikte ben de üç yıl aradan sonra tekrar evde ekmek yapmaya başladım. 15 nisanda fırını tekrar açtık. Şu an evde ekmek yapmıyorum, ancak croissant gibi bazı ürünlerin ekşi mayalı versiyonlarının evde denemelerini yapıyorum. İNSAN | Kategorinin diğer yazıları Sosyal mesafe çemberinde sonsuza dek mutlu yaşadı… Ekmeklerinin en sıkı müdavimi Sezen Aksu En yeni seksi şef: Karpat Deviren GSA’yla bol olasılıklı konuşma: ‘Hayat ikna olduğun şeye dönüşüyor’ Bir Milanolunun gözünden ‘yeni normal’ ‘Normal’ değiliz hiçbirimiz Antarktika’ya kendi kullandığı uçakla giden maceracı şef Hareketli, yanık tenli, insan canlısı bir çocuk büyüttük Akyaka’da Transhuman evrimine hazır mısınız ’74PODCAST’lerde gelecek konuşmaları Korona günlerinde “Arizona Dream” Tulum’da karantinada olmayı dj Carlita anlatıyor Beden Oyunları Korona günlerinde Alaçatı Hayat, mutfağa kapanıp mükemmelin peşinde koşmak değil Çünkü aylarca çeşitli manastırlarda kaldım… Karantinada yalnız değilim, çünkü köpeğim Zeus var! Yalnız yaşama sanatı: Ohitorisama!
- INSAN-2
Nisan 2020 | İnsan | Türkiye Korona günlerinde Alaçatı Yazı | Yeşim Aksoy B ir şekilde henüz olayın ciddiyetini kavramamışken, Lizbon seyahatini iptal ettikten sonra, “Bari Alaçatı’ya gidip eve, kedilere göz atayım” dememle süreç başladı. Şuursuzluk diz boyu! Uçağa binmemek için seyahati iptal ediyorsun, sonra kalkıp uçağa binerek İzmir’e geliyorsun… Neyse geldik, ortam şenlik havasında. Stay Otel’de ‘Toy’un çok iyi bir oyunu var. Akşam 150 kişi falan birlikte yemek yedik, oyunu izledik. Sonraki günlerde de nereye gitsek, nerede yesek, kimler gelir gibi sorular havada uçuşuyor. “Mart ortası Alaçatı’da gidip yemek yenecek yer neden az?” diye söyleniyoruz. Oysa bilmiyoruz ki üç vakte kadar o burun kıvırdığımız yerler de kapanacak! Pazartesi sabahı İstanbul’a mı dönsek diye kendi aramızda konuşuyoruz. Ofis, toplantılar falan bizi bekler diye. Hala aymamışız duruma yani.. BİZİ VİRÜSÜ TAŞIMAKLA SUÇLADILAR İlk hafta bir grup yerleşik halk, bizi İstanbul’dan korona taşımakla suçladı. Sözlerini sakınmadılar. “Burası temizdi” dediler. Haklıydılar, ama o söylenenler bile yeni bir yurtdışı seyahatinden iki gün önce dönmüştü! 14 gün karantina falan akıllarına gelmemiş, o gece Stay’deki tiyatroda ve burun buruna birlikte yemek yiyorlardı bizimle… Sonra olay patladı. Ortaya çıktı ki virüsü biz değil, Çeşme Limanı’nda hala çalışmaya devam eden nakliye firmalarının çalışanları taşımış. Çeşme/Alaçatı koruma derneklerinin sıkı bir baskısı sonucu liman çalışmasına ara verdi. ZORLA DA OLSA HAYAL GERÇEK OLDU Bugün tam bir ayımı bitiriyorum Alaçatı’da. Buraya ev diyeli 10 -12 yıl filan oldu. Daha 15 gün arka arkaya vakit geçirebilmişliğim yoktu. Genelde 3-4 gün kalır, bir toplantı ya da etkinlik için İstanbul’a dönmek zorunda kalırdım. Ya da buradan Yunan Adaları’na, Bodrum’a giderdim. Ama hep hayalim vardı, “Hayat bana izin verse de her şeyden kopup burada 20 gün, hatta iki ay geçirsem, burada yaşıyorum diyebilsem” diye. Bu arada ikinci hafta falan dönebilirdik. Ama burada kalmanın daha doğru olacağına karar verdik ailece. Sonrasında da bildiğiniz gibi dönme şansımız olmadı. Neyse işte, al sana hayat! Bugün itibariyle tam bir aydır buradayım. Zorla da olsa hayal gerçek oldu! EVET ŞANSLIYIZ! Ama evet şanslıyız. Öncelikle yakın bir arkadaş grubu aynı anda buraya geldik ve kaldık. Olayın ciddiyetine aydıktan sonra dışardan fazla insanla temasımız olmamasına dikkat ettik. Dolayısıyla haftada 1-2 kere de olsa birlikte açık havada görüşme, moral tazeleme, köyün içinde düzenli yürüyüş yapma, istediğimiz an kamp sandalyelerini kapıp Ovacık ya da Ilıca sahilinde vakit geçirme şansımız oldu. Ayrıca doğanın harika bir zamanı. Nereye baksan uyanan, kendine gelen bir doğa görüyorsun. Başka zaman bunu yakından takip etme şansımız olmazdı. Bahçeye bir şeyler ekilirken genelde ben şehre dönmek zorunda kalırdım. Oysa şimdi üç hafta önce dikilen kaktüsün ne kadar boy attığını görecek kadar buradayım, takipteyim… ORTAM DAHA RAHAT Bir de rahat bir ortam var. Mesela her gün eşim ya da annemle köy içinde yürüyüş yaptık. Kimse durdurmadı, sorgulamadı. Elbette maskemiz, eldivenimiz vardı. Kalabalık değildik ama yine de evinize dönün diyen olmadı. Hatta dışarı çıkma yasağının ilk gününde, veteriner bir gün önce kısırlaştırılması için götürdüğümüz kedileri kendisi getirdi. Gün içinde 10-15 kişinin de uğradığını dile getirdi. Kendi adıma, İstanbul’da evde daha konforlu bir karantina yaşardım. Kıyafetlerim, evde okunmayı bekleyen kitaplar, dergiler, sorunsuz internet bağlantısı… Ama bu kez daha fazla virüse yakalanma endişesi olacaktı. Bu endişeyle daha fazla korunma, saklanma telaşı sinecekti hayatıma. Burada köy halindesin. Ev daha ilkel. Kitap-dergi, kahve kapsülüne ulaşman daha zor. Ama açık havaya çık dolaş, yürü, kediler-köpeklerle ilgilen… O saklanma telaşı pek olmadı bizde. İstanbul’da olsaydım daha fazla film, dizi izler, corona haberlerini ‘saykoya bağlamış’ şekilde takip eder olurdum. ‘ŞOKUNUZU ANLAMIYORUM’ Dışardan gelip de karantina günlerini Alaçatı’da geçirmek zorunda kalanlar şuna da aydı. Biz ilk şoku yaşarken; düşünsene evden çalışacaksın, hafta içi yapman gereken 7500 toplantı, gidilmesi gereken 735 açılış iptal, hayat bilinmeyen bir tarihe ertelenmiş, sevinsen mi üzülsen mi bilemiyorsun, sistemin kabul etmiyor… İşte böyle bir ruh halindeyken üç sene önce Alaçatı’ya iş sebebiyle yerleşen yakın bir arkadaşım dedi ki: “Şokunuzu anlamıyorum. Biz kış aylarında Alaçatı’da zaten böyle yaşıyoruz. Koşturma yok, haftada bir akşam arkadaşlarla yemek, açılış-kutlama yok denecek kadar az. Diziler, filmler, yürüyüşler; hayatımız aslında sizin karantina adını verdiğiniz şey!” O UMUDUM KAYBOLDU Son olarak bir ufak tespit: Mart ortası geldiğinde mekanlar yaz hazırlıklarına başlamıştı. Geçen hafta farkettim ki, sadece bir mekan kalmış inşaatına devam etmeye çalışan. O da ustalar işe gelmediği için masasını kendi boyamaya çalışan mekanın sahibiydi. Doğrusu açılışa hazırlanan mekanlar bana umut veriyordu. Her şey kısa zamanda eski haline dönecek, yaz yine yaz gibi olacaktı. Ama hazırlık yapmaktan vazgeçen mekanların sayısı azaldıkça o umudum da kayboldu açıkçası… İNSAN | Kategorinin diğer yazıları Sosyal mesafe çemberinde sonsuza dek mutlu yaşadı… Ekmeklerinin en sıkı müdavimi Sezen Aksu En yeni seksi şef: Karpat Deviren GSA’yla bol olasılıklı konuşma: ‘Hayat ikna olduğun şeye dönüşüyor’ Bir Milanolunun gözünden ‘yeni normal’ ‘Normal’ değiliz hiçbirimiz Antarktika’ya kendi kullandığı uçakla giden maceracı şef Hareketli, yanık tenli, insan canlısı bir çocuk büyüttük Akyaka’da Transhuman evrimine hazır mısınız ’74PODCAST’lerde gelecek konuşmaları Korona günlerinde “Arizona Dream” Tulum’da karantinada olmayı dj Carlita anlatıyor Beden Oyunları Korona günlerinde Alaçatı Hayat, mutfağa kapanıp mükemmelin peşinde koşmak değil Çünkü aylarca çeşitli manastırlarda kaldım… Karantinada yalnız değilim, çünkü köpeğim Zeus var! Yalnız yaşama sanatı: Ohitorisama!
- INSAN-2
Temmuz 2022 | İnsan | Vol VII Be Original by PANERAI - III ZEYNEP ÜNER Yazı | Timur Can Ersoy fotoğraflar | Elif Kahveci Z eynep’le yıllar önce Erciyes Kayak Merkezi’nde tanıştığımda yüksek enerjisine hayran kalmış, hatta sayesinde kayağa başlamıştım. Yayıncılık kariyeri 22 yıla yayılan, şu sıra Gain’de kendi deyimiyle “içerikçiliğe” devam eden Zeynep ekstrem sporları seviyor. Kısa saçlı stili ise onun vazgeçilmezi. ERKEK SPORLARI VE KIYAFETLERİNİ SEVERİM Seninle ilgili internette “Kısa saçın en cool durduğu kadın’” diye bir cümle var. Ne zamandan beri kısa saçlısın ve neden kısa saç? Çocukken de kısa saçlıydım. Çok yüzdüğüm için orta kulak sorunu yaşıyordum ve sonunda hep kestiriyordum. Beden dilim ve ilgi alanlarıma da çok yakışıyordu. Havalı dille “tomboy”, halk diliyle “erkek Fatma”ydım anlayacağın... Filiz Akın aile dostumuzdu. Hayatımda gördüğüm en güzel kadındı. Daha da güzel olan saçlarıydı. Ona çok özenirdim. Benzemek de isterdim, ama aşırı uzak bir hedefti tabii. Bir gün altı yaşında bitlenmişim, annem saçımı kestirmeye götürmüş. Üzülmeyeyim diye demişler ki, “Filiz Akın da kestirdi”. O zaman sarıya da boyar mısınız demişim! Tamamı için... Print VOL - VII SUMMER 2022 Out of Stock View Details Dijital / Pdf YUZU MAGAZINE - VII 60,00₺ Price View Details