602 items found for ""
- Seyahat
Ocak 2021 | Seyahat | Türkiye Get Away Duo: Arda ve Sarper A rda Önen: Bodrum’un 21 yıllık ikonik mekanı Sail Loft’un sahibi. Sarper Sesli: 12 yıldır Güney Afrika’da yaşayan, turizm şirketi Ride The Earth ile dünyanın dört bir yanına motosiklet turları düzenleyen bir maceracı gezgin. Bu iki doğa tutkunu yakın dost pandemi döneminde yollara düştü, Anadolu’yu gezmeye başladılar. Bir süre sonra da maceralarına herkesi ortak etmek için “Get Away Duo Project”i yarattılar. Gerisi Arda Önen’in ağzından… Pandemi olmasaydı bu yollara düşme projesi ortaya çıkar mıydı? Aslında iki yıl önce de Kars’a arabayla gitme fikrim vardı. Ancak pandemi öncesi meğer hayat çok hızlıymış! Zaman yaratamadım. O plan rafa kalktı. Yaz başında İsmail Polat’la şu an yaşadığımız kapanmaları öngörmüş ve bu yol projesini çalışmaya başlamıştık zaten. Mekanlarımın kapalı olması da bir fırsat yaratmış oldu. Hemen planlar yapıldı, araçlar yüklendi ve teker döndü. Bu yol maceralarında ikinizle gezmek isteyenlere vaat ettikleriniz neler? Farkınız ne? İlk başta kendimiz gezelim diye plan yaptık. Hazırlık aşamasında konudan bahsettiğimiz arkadaşlarımız, “Biz de geliriz, evde olmaktan yorulduk” gibi yorumlar yapınca proje biraz değişti. Bu noktada etkinlikler ekledik. Yeme-içme ile ilgili sürprizler hazırladık. Mesela umulmadık bir yerde, doğanın ortasında, iyi bir şefin yaptığı yemeklerle bir öğle yemeği yemek. Ya da arabadan gitarını çıkartıp ateş başında küçük bir dinleti yapmak gibi... Sarper bu maceradaki yol ortağın. Onunla nasıl keşişti yolun? Sarper çocukluk arkadaşım. Beraber çok seyahatimiz oldu. Araba ya da motosikletle. Güney Afrika’da yaşıyor ve dünyanın dört bir yanına macera seyahatleri düzenliyor. Pandemi kaynaklı ertelemelerden dolayı Türkiye’de kaldı. Bu konularda tecrübeli olduğu ve çok iyi anlaştığımız için harika bir ortaklık oldu. Hatta şunu da eklemeliyim. Sarper olduğu için projeyi biraz değiştirip geliştiriyoruz. Yeni bir instagram hesabı ile önümüzdeki günlerde duyuracağız. Çok heyecanlıyız… Şu anda belli olan hangi rotalar var? Kars - Çıldır (25-29 Ocak) Kapadokya - Aladağlar (Şubatta) Ovit Dağı (Şubatta) Pandemiyle beraber karayolu cazip hale geldi. Araçla gitmenin avantajı ve dezavantajları neler? Araba yolculuğunu sevenler için avantajlar oldukça çok! En önemlisi kendi araçlarıyla gelenler, kendi grubuyla oluyor. Sosyal mesafe için çok rahatlatıcı bir durum. Soğuk destinasyonlara gittiğimiz için rahatça ve bolca kalın kıyafet, bot, fotoğraf makinesi gibi malzemeleri arabalara alabiliyorsunuz. İstenildigi yerde kısa molalar verebiliyoruz. Aracımızda minik bir mutfak olduğundan istediğimiz yerde durup bir şeyler hazırlayabiliyoruz. Hangi aracı kullanıyorsun? Biz yola donanımlı yüksek bir 4x4 ile çıktık. Bir yere batıp kalırsa kendini kurtaracak vinci var. Çünkü biz seyahatlerden önce kendimizi keşfe gidiyoruz. Tepelere çıkıyoruz, karlı dar yollara giriyoruz. Ama günün sonunda bizimle gelecekler için en güvenli yolu seçip programa koyuyoruz. Kars programı heyecan verici. Oraya gelenleri neler bekliyor? Kars bizi de çok heyecanlandırıyor. Tabii ki Çıldır Gölü’nün üzerinde harika zaman geçireceğiz. Tanınmış bir şef yanımızda olacak. Hava şartları iyi olursa güzel bir trekking planımız var. Bunun dışında tabii ki Ani Harabeleri olmazsa olmaz! Rus Çarlığı’ndan kalma yapıları göreceğiz.
- STIL-3
Şubat 2021 | Stil | Finlandiya SPACE OF MIND Bir Pandemi Kabini Yazı | Onur Baştürk Fotoğraflar | Marc Goodwin / Archmospheres “Daha azıyla daha çok hissedebiliriz!” Finlandiyalı mimarlık stüdyosu Studio Puisto’nun yeni tasarımı “Space of Mind” kabinlerinin ana felsefesi bu. Puisto ekibi Space of Mind’ı pandemi sırasında tasarlayıp geliştirmiş. Elbette şu düşüncelerden yola çıkarak: Sınırlı seyahat dönemindeyiz. Evde her zamankinden daha çok vakit geçiriyoruz. Ama bir yandan yakın noktalara gitmek, evden uzaklaşmak da istiyoruz. Çok uzak bir yere gitmeye ihtiyaç duymadan, evi terk etme ritüelini nasıl yeniden yaratabiliriz? Space of Mind işte bu noktada devreye giriyor. İstediğiniz yere hareket edebilecek “ikinci bir ev” olarak... Devamı için... Print YUZU MAGAZINE - II Out of Stock View Details
- TASARIM-1
Nisan 2020 | Tasarım | Türkiye Evi değiştir: Blush mı Green Benjamin mi? Yazı | Alp Tekin O nline alışveriş siteleri bugünlerde en çok dekorasyon ürünlerini satıyor. Nedeni malum: 7/24 evde vakit geçirdiğimiz için yeni ürünler alarak dekorasyonu değiştirmek istiyoruz. Oysa evi değiştirmek için illa dekoratif bir obje almaya gerek yok! Evi yeniymiş gibi yapmanın en basit ve zevkli yolu boyamak! Bütün evi boyamaktan bahsetmiyoruz, delirmeyin! Kendinize -hemen şu saniye- bir duvar belirleyeceksiniz ve sadece orayı başka bir renge boyayacaksınız. Elbette seçeceğiniz renk, evin kalan rengiyle uyumlu olmalı. Bu yıl beş popüler renk var. Biz demiyoruz, en sevdiğimiz dekorasyon dergilerinden ‘Livingetc’ söylüyor. İşte bu beş ana renkten birini seçtiğiniz duvara uygulayıp bir de önüne uygun bir düzenleme yaparsanız, kendiliğinden yeni bir instagram köşesi yakalamış olacaksınız. O renkler şöyle sıralanıyor: 1. BLUSH: Çok sevdiğimiz, yazın bol bol tükettiğimiz blush şarabın rengini kim sevmez? Eğer bu renge karar verirseniz, mobilyalarınızın krem ya da beyaz olması gerekiyor. Yoksa iyi bir sonuç elde edemez, Şeyma Subaşı’nın kapanan kafesindeki gibi gayet sırıtan bir pembeyle, hayli ‘girlie’ bir eve sahip olursunuz. Nitekim Yuzu olarak bunu asla istemeyiz! 2. NATURAL TOUCH: Havalı tanımı böyle, ama kısaca puslu gri diyebiliriz. Yani duman rengi. Bu renk en iyi maviyle çarpışıyor, onunla uyumlu hale geliyor. Ahşap ürünlerle de desteklediğiniz zaman evinizin bir köşesi tam da Kopenhag’tan fırlamış bir kuzey kafesi gibi pekala görünebilir. 3. LIGHT BLUE: Bebek mavisine yakın. Ama tam değil. Riskli bir renk! İyi bir boya markası seçmeniz gerekiyor. İlk aklımıza gelen Jotun mesela. Bu riskli rengi kombinlemek neyse ki kolay. Her şeyle gidiyor. Cart bir sarı mobilya ya da yeşil bir kanepe bile olabilir. Sadece siyahın tonlarındaki mobilyalar olmaz. 4. GREEN BENJAMIN MOORE: İşte Yuzu olarak favorimiz! Çok koyu tonlarını uygulamazsanız, bu dramatik renk evinizin bir köşesine kendiliğinden botanik bahçesi havası getirecek. Sözümüz söz! O köşeye bir de gri, beyaz renklerde mobilya ya da aksesuar kondurdunuz mu, işlem tamam! 5. TERRACOTTA: Tam İtalya’daki evlerin dış cephe rengi bu. Kiremit rengi ya da toprak saksıların rengi. Eve canlılık getireceği kesin. Enerji de. Ama bu rengin önündeki mobilya ve aksesuarın rengi de önemli. Açık renk değillerse, Terracotta’nın önünde boğulurlar çünkü. STİL | Kategorinin diğer yazıları Bir Edition üçlüsü: Sanat, parti ve iyi yemek Bodrum’a sürpriz: Dioriviera pop-up Emre Buga’nın stil atlası İçinden Aman stili geçen bir rüya Janus mu alırdınız Glassafe mi? Köprü + Heykel + Galeri: The Twist İstanbullu Tilda Swinton’ın ‘athleisure’ tarzı Fütüristik otel ‘Svart’ın açılmasına az kala Murat Süter’in ‘lacivert’ sırrı ‘Parazit’in evi aslında gerçek değildi Evi değiştir: Blush mı Green Benjamin mi? Edwina Sponza’nın stil kodları Korona Sonrası Şehir Tabelaları ‘Beslenme farkındalığınız’ ne durumda? Bodrumlu Uzakdoğulu: Leleg Living Bu yazın başrolünde: Soho Roc House Korona günlerinde yaratıcı bir ‘karton’ masa!
- Seyahat
Haziran 2020 | Seyahat | Portekiz Lizbon’daki ‘saray yavrusu’nda Türk sürprizi Yazı | Onur Baştürk V akit gecenin ilerleyen saatleri… Bir süredir Lizbon’da yaşayan Madonna’nın sıkça gittiği fado barı Mesa de Frades’ten gelen müzik seslerini arkamda bırakarak yokuşu çıkıyorum. Küçük meydana çıktığımda aradığım şey bir ‘saray yavrusu’ kapısı. Tabii ki yine kapıları karıştırıyorum! Elimdeki iri ve uzun anahtarla başka kapıları da açmak için zorluyorum. Kapılar ve ardındakilerle ilgili bir sorunum var galiba… Neyse, nihayet o ‘saray yavrusu’ kapısını buluyor ve içeriye giriyorum. 1783 yılında, dönemin en ünlü çini ustalarından birinin yaptığı bir binadayım. Portekizliler “palacette” diyor bu tarz binalara. Yani “saray yavrusu”. Ve işte Lizbon’un en güzel mahallelerinden birindeki bu saray yavrusu, son iki yıldır bir Türk oteli: Casa Dell’Arte. SADECE ÜÇ ODASI VAR Bodrum Torba’da 2006’da açılmış, “sanat oteli” olarak da bilinen meşhur Casa dell’Arte’nin yurtdışındaki ilk şubesi burası. Lizbon’daki otel her açıdan ilginç. Bir kere sadece üç odası var. Klasik bir otel gibi değil. Resepsiyonda sürekli birileri yok. Avlusu, ortak mutfağı ve her köşeden/duvardan fışkıran şahane sanat eserleriyle aslında bir sanat koleksiyonerinin evinde kalıyormuş gibi hissediyorsunuz. Otelin sahibesi Ahu Büyükkuşoğlu Serter’in asıl amacı da bu hissi yaratmakmış. Nitekim bunda başarılı olmuş da… Hem 18. yüzyıldan kalma tarihi doku hem de yerli-yabancı sanat eserleri sayesinde. Evet otelin içinde Türk sanatçıların eserleri ağırlıkta: Nuri İyem, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Neşe Erdok ve Nuri Bilge Ceylan o sanatçılardan sadece birkaçı. Bu koleksiyonu otelin diğer ortağı Gamze Büyükkuşoğlu yönetiyor. İKİ YIL BEKLEMİŞ Ahu Büyükkuşoğlu Serter’in aslında Lizbon’da otel açmak gibi bir planı yokmuş. Ama işleri için bu şehre sık sık gidip geldikçe şunu farketmiş: Lizbon’un giderek yükselen bir destinasyon olduğunu… 1783’ten kalma bu binayı gözüne kestirince Casa dell’Arte’yi Lizbon’a açmaya karar vermiş. Ama binayı satın alabilmek için tam iki yıl beklemiş. SANAT ÜSSÜ Çoğunluğu minimalist ve modern çizgide olan Lizbon otellerinin aksine, Serter kendi otelinde varolan tarihi dokuyu, çinili duvarları hiç bozmamış. Aynen korumuş. Bu yüzden de otel kısa sürede şehrin en hip otelleri arasına girmiş. Otelin altına açılan sanat galerisiyle beraber Casa dell’Arte Lizbon, tam anlamıyla bir sanat üssü haline gelmiş. SIRA DİĞER AVRUPA ŞEHİRLERİNDE Ahu Serter’in sürprizleri Lizbon’la sınırlı değil. Bu konsepti şimdi diğer Avrupa kentlerine de taşımak istiyor. Bu arada Lizbon’daki otelin müdürleri de Türk; Emre Çelik ve Karpat Deviren. Her ikisinin de Lizbon’a dair söylediği şey şu: “Buraya geleceğin Barselona’sı diyorlar. Gerçekten de öyle. Çünkü en çok yatırım alan Avrupa şehirlerinden biri. Aynı zamanda genç bir şehir. Sosyal hayat hareketli ve sanata çok önem veriyorlar”. SEYAHAT | Kategorinin diğer yazıları İzlanda’nın Sırları Rota Karadeniz, hedef ‘doğal izolasyon’ Zamanın durduğu şehir: Harar Kyoto’da bir ‘ryokan’da kaldım Karavan tatiline dair merak ettiğiniz her şey Issızlığın ortasındaki 10 inziva oteli Açıl susam açıl: Marakeş Test sonucunu göstererek uçağa bineceğiz Asya’nın mistik kapalı kutusu: Myanmar Tsipouro içmeden o adadan dönmeyin! Issız kanyonun ortasında: Amangiri Mars'a gitmiş kadar oldum! Buenos Aires’te yapmanız gereken 20 seksi şey
- TASARIM-1
April 2023 | Design & Interiors Milano Tasarım Haftası’nda kaçırılmayacak 7 sergi 7 exhibitions not to be missed at Milan Design Week Yazı | Words Onur Baştürk 17 nisanda başlayacak Milano Tasarım Haftası bu hafta tüm gücüyle geri dönüyor. İki yılda bir düzenlenen ve bu kez “The City of Lights” temasıyla yapılacak Euroluce aydınlatma sergisinin yanı sıra hafta boyunca kaçırılmayacak yedi sergi ise şöyle sıralanıyor. Milan Design Week, which will start on April 17, returns with all its might this week. In addition to the Euroluce lighting exhibition, which will be held biennially and this time with the theme of “The City of Lights”, seven unmissable exhibitions throughout the week are listed as follows. 1. Walk the Talk - Moving Energy by Carlo Ratti & Italo Rota İtalyan stüdyo Carlo Ratti Associati ve mimar Italo Rota, Milano'nun merkezindeki Brera Botanik Bahçesi'nde ses ve ışık oluşturan karolardan yapılmış bir yol oluşturacak. Walk the Talk enstalasyonu, enerji şirketi Eni için oyun tasarımcıları Blob Factory Gaming Studio ile birlikte oluşturulacak. Amaç, parkı canlı bir oyuna dönüştürmek. Milano Tasarım Haftası’nın en eğlenceli sergilerinden biri olacağını söyleyebiliriz. Italian studio Carlo Ratti Associati and architect Italo Rota will create a pathway made of tiles that create sound and light in the Brera Botanical Garden in the center of Milan. The Walk the Talk installation will be created together with game designers Blob Factory Gaming Studio for energy company Eni. The goal is to turn the park into a live game. We can say that it will be one of the most entertaining exhibitions of Milan Design Week. 2. Beyond The Surface by Ellen Van Loon & Giulio Margheri Hollandalı stüdyo OMA’nın mimarları Ellen Van Loon ve Giulio Margheri, SolidNature markası için “sürükleyici bir rüya manzarası” olarak tanımlanan bir yeraltı enstalasyonu tasarladılar. Beyond the Surface isimli enstalasyon için Ellen Van Loon şöyle diyor: “Bu yılki sergi doğanın gücüyle ilgili!” Sergi, neo-Romanesk Casa Maveri Palazzo'nun içinde yer alacak ve çok renkli bir oniks merdivene sahip olacak. Dutch studio OMA's architects Ellen Van Loon and Giulio Margheri have designed an underground installation for the SolidNature brand, described as an "immersive dream landscape".For the installation Beyond the Surface, Ellen Van Loon says: “This year's exhibition is about the power of nature!” The exhibition will be located inside the neo-Romanesque Casa Maveri Palazzo and will feature a multicolored onyx staircase. 3. Shaped by Water by Lachlan Turczan & Google Su, ışık ve ses sanatçısı Lachlan Turczan ile Google’ın iş birliği sonucu ortaya çıkan bu sergi, “insan olarak suyla bağlantımızı ve duyusal bir deneyim sunmayı” amaçlıyor. Google'ın donanım tasarımından sorumlu başkan yardımcısı Ivy Ross, Turczan ile birlikte suyun Google'ın donanım portföyünün tasarımına nasıl ilham verdiğini de göstermek istediklerini söylüyor. This exhibition, which was created as a result of the collaboration of water, light and sound artist Lachlan Turczan and Google, aims to “present our connection with water as human beings and provide a sensory experience”. Ivy Ross, Google's vice president of hardware design, says she and Turczan also want to show how water inspires the design of Google's hardware portfolio. 4. The Norwegian Presence Norveç tasarımının en iyilerini sergilemeyi amaçlayan “The Norwegian Presence” sergisi, 2015'ten beri her yıl Milano Tasarım Haftası'nda düzenleniyor. Bu yılki sergide Tobias Berg ve Ann Kristin Einarsen gibi tasarımcıların çalışmaları yer alacak. Tüm tasarımlar, Oslo stüdyosu Kråkvik & D'Orazio'nun Brera'daki yeni mekanında sergilenecek. Aiming to showcase the best of Norwegian design, the exhibition “The Norwegian Presence” has been held every year during Milan Design Week since 2015. This year's exhibition will feature the work of designers such as Tobias Berg and Ann Kristin Einarsen. All designs will be displayed at Oslo studio Kråkvik & D'Orazio's new venue in Brera. 5. The Sea Deck by Michele de Lucchi & AMDL Circle Milano'nun eski limanı Darsena üzerinde kurulacak olan bu yüzer gezinti yolu, tasarım haftası boyunca açık olacak. Azimut Yachts için mimar Michele de Lucchi ve AMDL Circle stüdyosu tarafından tasarlanan The Sea Deck, eski gezilebilir su yollarının deneyimini geri getirmeyi amaçlıyor. Ziyaretçiler, Azimut Yachts'ın Seadeck serisi hibrit motor yatlarını kutlamak için yaratılan ve geri dönüştürülüp öğütülmüş şişe mantarlarından yapılan güvertede çıplak ayakla yürüyebilecek! This floating promenade, which will be built on Milan's old port of Darsena, will be open during design week. Designed by architect Michele de Lucchi and studio AMDL Circle for Azimut Yachts, The Sea Deck aims to bring back the experience of ancient navigable waterways. Visitors will be able to walk barefoot on the deck made from recycled and ground cork, created to celebrate Azimut Yachts' Seadeck series hybrid motor yachts! 6. Thinking Design, Making Design by A-POC Able Issey Miyake & Nature Architects Moda markası Issey Miyake'nin entegre bir tasarım ve üretim sistemi olan A-POC ile beraber yarattığı “Thinking Design, Making Design” projesini sergilemek için tasarım şirketi Nature Architects ile birlikte çalışacak. Nature Architects'in tasarımları A-POC Steam Stretch sistemiyle birleştirilecek ve buharda pişirildiğinde üç boyutluya dönen ceket dahil olmak üzere ilginç ürünler ortaya çıkacak! Fashion brand Issey Miyake will work with design company Nature Architects to showcase the project “Thinking Design, Making Design” that she created in collaboration with A-POC, an integrated design and production system. Nature Architects' designs will be combined with the A-POC Steam Stretch system, resulting in interesting products including a jacket that turns three-dimensional when steamed! 7. Alcova Tasarım platformu Alcova; eski bir mezbahadan dönüştürülen Ex Macello di Porta Vittoria'da çağdaş zanaat üzerine odaklanan çok sayıda proje dahil olmak üzere, gelişmekte olan tasarımcıların 70'den fazla projesini sergileyecek. Mekan ayrıca, bir yemek alanı ve İtalyan stüdyo Space Caviar tarafından tasarlanan iki bara ev sahipliği yapacak. Design platform Alcova; Ex Macello di Porta Vittoria, converted from a former slaughterhouse, will showcase more than 70 projects by emerging designers, including numerous projects focusing on contemporary craft. The venue will also house a dining area and two bars designed by Italian studio Space Caviar.
- ART
Ocak 2022 | Art | Türkiye Carlos Aires’in “Sweet Dreams” videosu Yazı | Alp Tekin Z ilberman’ın Piyalepaşa’daki yeni galerisinde bir grup sergisi yer alıyor: Vekâleten. Sergide yer alan tüm sanatçılar eserleri yoluyla kişisel gözlem ve toplumsal birikimlerini aktarma derdinde. Aidiyet hissettikleri ya da merak ettikleri kültürlere olan ilgilerini görsel söylemlere teslim ediyorlar. İşte onlardan biri de, aynı zamanda sergide ilgimizi en çok çeken işlerden biri olan Carlos Aires’in “Sweet Dreams Are Made of This” başlıklı video çalışması. Aires bu videoyla İspanya’daki polis şiddetini alaycı ve muzip bir tavırla eleştiriyor. Tango yapan iki polis üzerinden güç, iktidar ve sermayeyi hedef alıyor Carlos Aires. Videonun devamı niteliğinde olan diğer çalışmasında ise ekonomik olarak güçlü ülkelerin paralarından “Sweet Dreams”in sözlerini yazmış Aires. Burada da hedefi yine sermaye ve güç odakları. Küratörlüğünü Naz Kocadere ve T. Melis Golar’ın üstlendiği sergiye katılan diğer sanatçılar ise şöyle: Omar Barquet, Isaac Chong Wai, Didem Erk, Itamar Gov, Fatoş İrwen, Jaffa Lam Laam, Mahen Perera ve Sandra del Pilar.
- ART
Mayıs 2020 | Art | Türkiye ‘Resimlerin kendi içinde tedirgin olmasını önemsiyorum’ Yazı | Onur Baştürk O nur Mansız’ı ilk kez 2012 yılındaki Contemporary’de keşfetmiş ve herkes gibi hipergerçekçi tarzından ötürü Taner Ceylan’la karşılaştırmıştım. O zamandan beri de çalışmalarını takip ediyorum. İşlerine baktığımda hissettiğim şey hep romantik bir karamsarlık. Mansız için ise “Bilinmezliğin ve anlamsızlığın getirdiği bir korku ve tedirginlik hali” de var resimlerinde. Nedeni, onunla yaptığımız konuşmanın içinde saklı… İlk bakışta çalışmalarınız beden odaklıymış gibi görünüyor. Ama aslında o bedenlerin iç dünyasına odaklısınız. Figürlere yansıttığınız görüntüler de bunun eşlikçisi gibi. Yola çıkarken tam olarak istediğiniz bu muydu yoksa yoldayken mi her şey şekillendi? Beden, sanat tarihinde en çok üzerinde çalışılan alanlardan bir tanesi. Hatta ilki. Çalışma pratiğim en başından beri figürler ve portreler üzerinden bedene müdahale etme, değiştirme üzerine kuruluydu. Bu noktaya girmeden önce çok şey denedim; video, fotoğraf gibi yine iki boyutlu alanlarda üretimlerim oldu. Bedeni, öznenin dış dünyayla kurduğu ilişkiden doğan, varlığa dair tüm soruların filizlendiği yer olarak tanımladığımızda sadece form olarak ele almamız mümkün değil. İnsana dair geniş bir sorgulama alanı olarak görmemiz gerekiyor bedeni. Figürlerin üzerine yansıttığım görüntüler ise beden üzerinde ikinci bir deri gibi. Ona ait bir hafıza yaratıyorlar. Figürlerin ruhsal hallerini dışa aktarabilen ikinci bir katman olarak bedenin üzerine yapışıyorlar. SİZİ HEP İYİ YAPTIĞINIZ ŞEYLE GÖRMEK İSTİYORLAR “Yolda” demişken, sizi ilk keşfettiğim Contemporary Istanbul’dan bu yana neler değişti çalışmalarınızda? Bahsettiğiniz fuar 2012 senesiydi. O dönemden bu yana sergilediğim çalışmaların dışında birçok yeni şey denedim. Bunların çoğu ne yazık ki bir denemeden öteye geçemediği için atölyeden dışarı çıkmadı. Her ne kadar içinize sinmese de farklı şeyler denemek insanı olumlu yönde değiştiriyor. Düşüncelerinin diri kalmasını ve sürekli yeni bir stratejinin içinde büyümesine yardımcı oluyor. Mesela son zamanlarda resimleri yaparken kılavuz olarak kullandığım fotoğrafı 3D software yardımıyla üreterek yeni çalışmalar yapmaya başladım. Fakat henüz istediğim seviyede olmadığı için denemeye devam ediyorum. Sanatçıların farklı alanları denemeleri, araştırmaları ve keşfetmeleri gerektiğini düşünenlerdenim. Sürekli aynı şeyi bir ömür boyu tekrar etmek yaşamın kendisine aykırı. Bununla birlikte içinde bulunduğumuz piyasa da sizi sürekli iyi yaptığınız şeyle görmek istiyor. Denemek risk almak demek. O yeni şeyi keşfetme ve içselleştirme arasında geçen süreç hayli yıpratıcı. Bu da sizi ister istemez bildiğiniz sularda yüzmeye mecbur bırakıyor. En merak ettiğim: Figürlerin üzerine yansıtılan görüntüleri bireylerin kendisi de bir nebze belirliyor mu yoksa son söz sizde mi? Genellikle kafamda belli bir fikirle çekime başladığım için nasıl bir sonuç alacağımı aşağı yukarı biliyorum. Yine de tanıdığım insanlarla çalışırken bazı kararları çekim esnasında birlikte aldığımız oluyor. Bazen, çok nadir de olsa, doğaçlama yaptığımız zamanlar da var. Bu süreçte modellerle birlikte görsellere bakıp üzerine karar alabiliyoruz. Ama genellikle istediğimi yakalamışsam çok fazla deneme yapmadan çekim sona eriyor. Çünkü çok fazla alternatif olduğunda kararsız kalmaktan korkuyorum. MODELLER YAKIN ÇEVREMDEN İNSANLAR Model olarak yakın çevrenizden kişileri seçtiğiniz doğru mu? Evet, birlikte çalıştığım modeller gerçek hayattan, yakın çevremden insanlar. Birkaçı hariç hiçbiri profesyonel model değil. Bugüne kadar çok az profesyonel modelle çalıştım. Bunun haricinde resimlerde kullandığım tüm modeller arkadaş çevremden seçtiğim kişiler oluyor. Okul arkadaşım, yakın dostum, onun sevgilisi ya da hayatımda olan insan ve çevresi. Bildiğim insanlarla çalışmanın beni en çok rahatlatan tarafı onların yüz ifadelerinden istediğim duygu geçişini kolay yakalıyor olmam. Dolayısıyla daha eskiz aşamasındayken kafamda o insanın yüzüyle ya da bedeniyle birlikte belli bir fikri canlandırabiliyorum. Tanıdığım insanlarla çalışmanın artılarından bir diğeri ise onlarla iletişim kurmanın benim için daha kolay olması. Biraz içe kapanık biri olduğum için yeni tanıştığım insanlarla olan iletişimim zor gelişebiliyor. Tanıdığınız ve güvendiğiniz insanlarla çalışmak hem kolay hem de ortaya samimi bir sonuç çıkıyor. BİLİNMEZLİK VE ANLAMSIZLIĞIN GETİRDİĞİ KORKU Pesimist bir his geliyor çalışmalarınızdan çoğunlukla. Ama bu bana iyi geliyor mesela. Yer yer romantik bir pesimistlik mi acaba, ne dersiniz? Resimleri ortaya çıkarırken onların kendi içinde tedirgin olmalarını önemsiyorum. Gerek renklerle ve bedenlerin üzerine katmanlandırdığım imgelerle gerek modelin bakışları ya da duruşuyla bu tedirginlik hissini yakalamaya çalışıyorum. Çünkü benim de hissettiğim şey bu: Bilinmezliğin ve anlamsızlığın getirdiği bir korku ve tedirginlik hali. Hayatta kalabilmek için hissettiğimiz en önemli ve gerekli duygunun korku olduğu savıyla birlikte, figürleri bir belirsizlik içinde konumlandırıyorum. Sanki kendi bedenlerine yabancılaşmış gibi, ağır bir meselenin içine hapsolmuş gibi, bakışlarıyla ya da vücut postürleriyle hissettiriyorlar bunu. Ben de bu hissi seviyorum. HİPERGERÇEKÇİ OLARAK ADLANDIRILMAYI SEVMİYORUM Hiperrealist tarzın bir halkası olarak mı görüyorsunuz kendinizi yoksa “Tüm bu tanımlarla işim yok” diyenlerden misiniz? Küçüklüğümden beri gerçekçi resim ve çizimler yapıyorum. Özellikle yağlı boya üzerinden konuşacak olursam, tuval üzerinde bıraktığım boya belli bir yakınlıkta incelendiğinde tamamıyla soyut bir leke. Ve bu lekeler birbirleriyle iletişime geçerek daha büyük bir doku meydana getiriyor. Sonuçta bu doku soyutluktan kurtularak beynimizin tanımlayabildiği bir şekil olarak beliriyor. Ortaya çıkan resim, küçük ölçeklerde, onu yaparken kullandığım dijital kılavuzundan uzaklaşıyor. En geniş anlamda ne kadar tıpkılık barındırsa da, resmi çok küçük bir kesitten değerlendirdiğimizde boya kalınlığını, üst üste binmişliğini, renklerin karışımını ve birbirlerini nasıl kirlettiklerini gözlemliyorsunuz. Bu da resmin fotoğraftan farklı olarak daha öznel bir dile sahip olmasını sağlıyor. Resimlerin olabildiğince az foto-gerçekçi öğeler barındırması adına alan derinliği, parlama, hareket bulanıklığı gibi fotoğrafa ait belirleyici özellikleri hiç kullanmamaya ya da olabildiğince az kullanmaya dikkat ediyorum. Bununla birlikte, fotoğrafı milimetrik bir titizlikle kopyalamayı amaçlamıyorum. Zira resimlerimdeki birincil hedef onların fotoğrafik olması değil. Seçtiğim kompozisyonla, arka planla ya da sonradan müdahale edip değiştirdiğim özellikleriyle birlikte ortaya çıkan resim, gündelik bir fotoğrafın taşıdığı spontanlığı taşımıyor. Bu anlamda ondan ayrılıyor. Bununla birlikte zanaat benim için önemli. İyi bir teknik uygulamaya özen gösteriyorum. Ama bunun içeriği gölgelemesini istemem. Resimlerde dengeli bir dil yakalamaya çalışıyorum. O nedenle kendimi hipergerçekçi olarak adlandırılmayı sevmiyorum. Ama ne yaptığınıza dair bir ön bilgi olarak, kategorik anlamda söylenmesi yanlış değil. İNSANLARIN BENİ TANER CEYLAN’LA KARŞILAŞTIRMASI DOĞAL Çalışmalarınıza ilk baktığımda ben de sizi Taner Ceylan’la kıyaslamıştım. Ama yıllar içinde kıyasa gerek kalmadı. İkiniz arasında bir benzerlik yok bence. Siz Taner Ceylan’ı nasıl bulursunuz peki? Taner Ceylan bildiğiniz gibi Türkiye sanat dünyasının en tanınan sanatçılarından birisi ve benim de yıllardır takip ettiğim bir sanatçı. Özellikle ‘kayıp resimler’ serisini çok seviyorum. Beni, geçmiş yıllarda, gerçekçi üslubum ve figür kullanmam dolayısıyla ona benzetenler ya da kıyaslayanlar oldu. İlk sergimi 2014 yılında açtığımda Taner Ceylan herkes tarafından tanınan bir ressamdı. Dolayısıyla insanların beni onunla karşılaştırmasını doğal buluyorum. Bununla beraber dünya üzerinde beden üzerine çalışan ve gerçekçi resimler yapan sayısız sanatçı var. Sanatçılar gerek teknik gerek kavramsal alanlarda birbirlerini etkiler ve ilham alır. Ya da ilham kaynağı olur. Sanat tarihi boyunca ilerleyiş bu şekilde. Bu sadece sanatta değil, tüm yaratıcı alanlarda böyle. Ortaya çıkan şey özgün bir içeriğe sahipse ve onu yaratan kişiyi temsil edebiliyorsa bir sanat eserinden, bir filmden, bir kitaptan ya da bir insandan etkilenmeyi yaratıcı sürecin doğal basamaklarından biri olarak görmeliyiz diye düşünüyorum. Özgünlük kimseden ya da hiçbir şeyden etkilenmemek anlamı taşımıyor sonuçta. Sırf ona böyle öğretildi diye ya da aksini aşağılık bir şey olarak gördüğü için hayatı boyunca hiçbir şeyden etkilenmediğini ya da ilham almadığını, tüm ilham kaynağının kendisi olduğunu iddia eden sanatçı tanıdıklarım oldu! Bu durumun imkansızlığını göremeyecek kadar korkmuş ya da korkutulmuşlardı sanırım. 10 YILDIR OURENSE’DE YAŞIYORUM İspanya’daki Ourense kasabasıyla bağlantınız nedir? Orada da yaşamaya devam ediyorsunuz gibi bir şeyler okudum, ama tam anlayamadım… Yaklaşık 10 yıldır -bir ayağım hâlâ İstanbul’da olmasına rağmen- burada yaşıyorum. Önce bir Erasmus programıyla 2008’de geldim İspanya’ya. Sonrasında Vigo Üniversitesi’nde yüksek lisans programını tamamladım ve hayat bir şekilde beni buraya bağladı. Şu an burada yaşamımı ve çalışmalarımı sürdürüyorum. Yeni bir sergi olacak mı önümüzdeki günlerde? Covid-19 öncesi kararlaştırılmış ve bu sene sonu için tarih belirlediğimiz, İspanya’da gerçekleştireceğim bir sergi vardı ama önümüzdeki seneye ertelendi. Şu an her şey iptal olmuş durumda ve yeni bir tarih belirlemek şimdilik imkansız. Bunun dışında eylül ayında Contemporary İstanbul’da yeni işlerim sergilenecek. Eğer istediğim tempoda çalışmayı sürdürebilirsem önümüzdeki sene İstanbul için de bir sergi yapmak planlarım arasında. EN ZAYIF HALKA SANATÇILAR Elbette geçtiğimiz aylarda yaşadığımız izole günlerin etkisini sormazsam olmaz. Atölyede yeni işler yaratabildiniz mi? Yoksa tamamen durdunuz mu? Normalde de fazla sosyal aktivitesi olan biri olmadığım için rutinime ve çalışmalarıma zorlanmadan devam edebildim. Maalesef bencil bir sistem içinde büyüyüp bencil kodların içerisinde yaşamaya çalışıyoruz. Gücü olanın her zaman talep ettiği ve o talebin karşılık buldukça daha da çoğaldığı ve rahatsız edici bir hal aldığı bir insan mekanizması var önümüzde. Sanat dünyası göz önüne alındığında bu zincirin en zayıf halkası olan ‘sanatçılar’ için en iyisini dileyip umut beslemekten başka seçeneğim olmadığı için üretime devam ediyorum. İlham kaynağınız nedir ya da kimlerdir? İlham almak adına çok farklı alanlardan besleniyorum. Bunların başında sinema ve müzik geliyor. Sıkı bir film izleyicisiyim. Bu her çıkan filmi izliyorum anlamında değil, daha çok takıntı derecesinde sevdiğim yönetmenlerin filmlerini tekrar tekrar izlemek anlamında. Eski sinemacılardan Tarkovsky’nin Stalker’ı, Ayna’sı, Bergman’ın Persona’sı ve sonrasında Lars Von Trier’in her filmi… Yenilerden ise Robert Eggers beni etkiliyor. Güncel sanatçılardan Cindy Sherman, Marlene Dumas, aynı zamanda yüksek lisansta hocam olan Marina Nuñez beni son yıllarda en çok etkileyen ve takip ettiğim sanatçılar. Müzik dinlemek de kafamdaki projeleri düşünürken hayal kurmama yardımcı oluyor. Resim yaparken de sürekli olarak dinlemeyi tercih ettiğim ve bana ilham veren müzisyen ve gruplar var: Steven Wilson, Opeth, Dream Theater, Katatonia gibi. ART | Kategorinin diğer yazıları ‘Resimlerin kendi içinde tedirgin olmasını önemsiyorum’ Mahremiyeti sorgulamak daha erotik Yuzu & nom-studios sunar ‘LOOP’ sergisi Kemal Özen "Gam'zede" Online Sergi Hangi yetişkin bir ‘Gam’zede’ değil ki artık? Ali Elmacı’nın atölye günleri notları May Parlar "Collective Solitude" Online Sergi Lara Kamhi’yle paradokslar ve izolasyon üzerine... BASE’in yeni dijital projesi yakında Sessiz Odanın Çığlığı İtalya’daki müzeden salgına bakınca… Yıldızı daha da parlayacak: Salman Toor Online açılış yapan İstanbullu sergi
- TASARIM-1
June 2024 | Design & Interiors english below THE VISTA HOUSE Where nature with Legendary West Coast Architecture words Laura Cottrell photos Andrew Latreille S akin ormanlar ve dağlarla çevrili The Vista House, doğa ile kusursuz kaynaşmanın iyi bir örneği. Nefes kesici manzaralar ve çağdaş mimariden esinlenen bu ev, cam ve ahşap aksanları uyumlu bir şekilde harmanlayan şık siyah dış cephesiyle öne çıkıyor. Ron Thom, Arthur Erickson ve Olson Kundig gibi ikonik Batı Yakası mimarlarından esinlenen evin tasarımı BLA Design Group’a ait. Şehrin karmaşasının yerini sakin bir dağ fonuna bıraktığı Kuzey Vancouver’da konumlanan The Vista House’un tasarımında, arazinin düzensiz huni şekli ve dik topografyası temel bir rol oynamış. Evin cam girişinde açık yaşam alanlarındaki mahremiyeti korumak için tasarlanmış bir dizi ahşap çıta yer alıyor ve bu aynı zamandagün boyunca gölge etkileşimi de yaratıyor. Girişten içeri adım attığınızda görülen dış beton duvar iç mekana kadar uzanıyor ve büyüleyici bir iç mekan özelliğine dönüşüyor. Önden tek katlı basit bir yapı olarak görünen ev, çevredeki manzaraya nazikçe yerleşiyor. Sedir tavan, ana yaşam alanıyla benzer manzaraları paylaşan evin birincil yatak odasında da devam ediyor. Büyük bir sürgülü cam kapı ise uzak dağ manzaraları ve doğrudan balkon erişimi sağlayarak hem mahremiyette hem de alanlar arasında bağlantıda esneklik sağlıyor. BLA Design Group ekibi dış cephede ağırlıklı olarak siyah, iç mekanlarda ise ahşap ve bej tonlarını bir arada kullanmış. BLA’dan Jerry Liu ve Jesse Basran, “Evin dış cephesi eğimli araziye entegre durumda olduğu için mekanların aydınlık ve ferah olmasını istedik” diyor. S urrounded by serene forests and mountains, The Vista House is a fine example of seamless integration with nature. Inspired by breathtaking views and contemporary architecture, this home features a sleek black exterior that harmoniously blends glass and wood accents. Inspired by iconic West Coast architects such as Ron Thom, Arthur Erickson and Olson Kundig, the home was designed by BLA Design Group. Located in North Vancouver, where the hustle and bustle of the city gives way to a serene mountain backdrop, the irregular funnel shape and steep topography of the site played a key role in the design of The Vista House. The glass entrance to the house features a series of wooden slats designed to maintain privacy in the open living spaces while creating an interplay of shadows throughout the day. As one steps through the entry, the exterior concrete wall extends into the interior and becomes a charming interior feature. From the front, the home appears as a simple one-story structure that gently blends into the surrounding landscape. The cedar ceiling continues into the home's master bedroom, which shares similar views with the main living area. A large sliding glass door provides distant mountain views and direct access to the balcony, allowing for flexibility in both privacy and connectivity between spaces. The BLA Design Group team used predominantly black for the exterior and a combination of wood and beige tones for the interior. "The exterior of the house is integrated into the sloping site, so we wanted the spaces to be light and airy," say BLA's Jerry Liu and Jesse Basran.
- STIL-3
Şubat 2021 | Stil | Dünya Aman destinasyonlarına özel parfüm Yazı | Oktay Tutuş B odrum’daki Amanruya da dahil dünyanın 20 ülkesinde bulunan Aman Resorts , konaklama deneyimi açısından geçtiğimiz 10 yıl içerisinde yıldızı daha da parlamış bir otel zinciri. Özellikle de konumlandığı yerlerin sıradışılığı ve gözden uzaklığı açısından diğer otel zincirlerine hiç benzemediğini daha önce yazmıştık . Konaklamayı tüm duyularınızla hissetmenizi sağlamak için Aman grubu daha önce SVA isimli SPA ve güzellik ürünleri markasını sunmuştu. Çünkü otellerindeki SPA deneyimi o kadar iyi ki, bir parçasını da olsa evinize götürmek ve yeniden o iyi hisleri yaşamak istemeniz çok normal. JACQUES CHABERT TASARIMI Geçtiğimiz günlerde bu hissi daha da ileri götürerek kendine has kokulardan oluşan bir seçkin parfüm koleksiyonuyla karşımıza çıktı Aman Resorts. Aman Fine Fragrances isimli bu koleksiyondaki her bir parfüm bir destinasyona adanmış ve kokladığınız anda sizi oraya ve yaşadığınız güzel anlara geri ışınlamayı vadediyor. 50 ml’lik özel şişesinde beş farklı eau de parfum esansından oluşan koleksiyonu, parfümün anavatanı Grasse’tan deneyimli bir burun olan Jacques Chabert tasarlamış. Her bir destinasyona özel kokunun kendine has şişelerinin tasarımında yine oraya özgü doğal malzemeler kullanılmış. Ambalajda ise doğaya saygılı olmak için Japonya’dan Takeo kâğıdı ve Paulownia ağacından kutular dikkat çekici. NEW YORK KOKUSUNA DİKKAT! Vayu (Tayland), Ayom (Endonezya), Umbr (İtalya), Zuac (Marakeş) ve Alta (New York) adı verilen parfümlerin her biri, onlarla eşleşen destinasyonları temsil ediyor. Sonuncusu olan Alta özellikle dikkat çekici. Çünkü Aman Resorts, New York gibi bir mega metropolde Manhattan Adası’nın merkezinde bu bahar aylarında bir otel açacak. Merakla beklenen bu yeni destinasyonun kokusunu şimdiden içinize çekebilirsiniz. Uyandıracağı anılarsa şüphesiz hayal gücünüze emanet. Tabii şimdilik!
- TASARIM-1
January 2024 | Design & Interiors english below Zen feeling and spectacular views BAJA CALIFORNIA HOUSE words Stefan D. Greco B aja California Sur'un (Meksika) yüksek engebeli güney kıyı dağlarının üzerinde yer alan bu ev projesinin mimarı tasarımı Arturo Ponce de León ve Ivette A. Barragán’ın mimarlık ofisi Ponce de Leon Barragan Arquitectos’a ait. Evin iç tasarımını ise Rania Nasser’ın RN Interior Design ofisi yapmış. Olağanüstü bir konumda yer alan projedeki tüm tavanlar Endonezya tik ağacıyla kaplanmış. Mimari ahşap türleri, kaplamalar ve doğal taşların tamamı ise Meksika’dan. Bu benzersiz palet çağdaş İtalyan mobilyaları ve özenle seçilmiş sanat eserleriyle bir araya getirilmiş. “İstinat duvarları doğrusal bir düzenlemeyi takip ediyor ve lokal bir taş ocağı kaplamasıyla süslendi” diyor mimar Arturo Ponce de León. “Ayrıca doğal bitki örtüsü ve kayalar duvarların üzerinde yeniden konumlandırıldı. Bu duvarlardan ayrılan ev, havaya yükselmiş hissi veren ve dışa doğru çıkıntı yapan konsollarla büyüyüp genişledi. “Amaç sakin bir dinlenme ortamı yaratmaktı. Bu nedenle derinlik için zengin dokular ve tek renkli desenlerle katmanlandırılmış nötr bir paleti tercih ettik” diyor Rania Nasser: “Sıcaklık katmak için evin tamamında sıcak ahşap tonlarını tercih ettik. Lüks bir otelde tatildeymiş gibi hissettiren bir atmosfer yaratmak istedim” Arturo Ponce de León, “Hem zen benzeri hem de özel bir dinlenme yeri olarak işlev görebilecek ve gerektiğinde büyük toplantılara ev sahipliği yapmak ve önemli sayıda konuğu ağırlamak için canlı bir sosyal alana dönüşebilecek bir tasarım yaratmamız gerekiyordu" diyor. “Ayrıca özel misafirlere ve iş toplantılarına da uyarlanabilir olması gerekiyordu”. L ocated high in the rugged southern coastal mountains of Baja California Sur (Mexico), the architectural design of this house project belongs to Ponce de Leon Barragan Arquitectos, the architectural office of Arturo Ponce de León and Ivette A. Barragán. The interior design of the house was made by Rania Nasser's RN Interior Design office. Located in an extraordinary location, all ceilings in the project are covered with Indonesian teak wood. All architectural wood types, veneers and natural stones are from Mexico. This unique palette is combined with contemporary Italian furniture and carefully selected artworks. “The retaining walls follow a linear arrangement and are adorned with locally sourced quarry stone cladding” says architect Arturo Ponce de León. “Native vegetation and boulders were re-positioned over the walls. Departing from these walls, the home grows and expands by a composition of horizontal architectural planes with overlapping cantilevers that project outwards providing a sense of lightness and levitation”. “The brief was to create a tranquil retreat so we opted for a neutral palette layered with rich textures and monochromatic patterns for interest and depth,” says Rania Nasser. “To add warmth, we chose warm wood tones throughout the home. I wanted to create an atmosphere where one felt as though they were on vacation at a luxury resort and wanted to linger”. “We needed to create a design that could function as both a zen-like and private retreat and, when necessary, transform into a vibrant social space for hosting large gatherings and entertaining a significant number of guests,” says Arturo Ponce de León. “Additionally, it had to be adaptable for special guests and business gatherings”.
- Seyahat
July 2024 | Travel TURKISH BELOW ALL about SCORPIOS BODRUM words Onur Baştürk W hen Thomas Heyne and Mario Hertel opened Scorpios in Mykonos in 2015, they knew what they wanted: To create a Greek agora-like space of experience and community, not only at night but also during the day, with DJ music, art, design, food and healing rituals... But Thomas and Mario's dream didn't just happen. When they first opened, the banks were closed due to the debt crisis in Greece and no one knew what to expect. Most people were not used to the ethnic house music they played. Also, there were no people standing on tables popping champagne one after the other. Despite all this, Thomas and Mario didn't compromise and continued to build the world of Scorpios step by step. Because they believed in the motto: "If you attract the right people, the two percent who come to you will bring the rest of the people". Thomas and Mario based the general design philosophy of the place on ‘wabi-sabi’. To give Scorpios the feeling of having been there for years, they placed it not on nature but within it. The inspiration for the name of the place came from the name of the private island owned by Jackie Onassis’s family, which made Mykonos famous in the '60s, ‘Skorpios’. Referring to the era when all the celebrities gathered and everything was more innocent, the venue was named Scorpios. And the dazzling result: Scorpios joined the Soho House family in 2019. This summer, Scorpios Bodrum opened. Next up are Tulum, Athens, and Dubai... With the Encounters project and the music label, Scorpios has started to do more of its own content production, which is another plus for the brand. THE MOST STRIKING AREA OF SCORPIOS BODRUM So what is Scorpios Bodrum like? First of all, I should mention the most striking area whose value will be understood in the long run: The Ritual Space. In this area designed by Geomim, I experienced a stunning Sound Healing session that took me to different dimensions. I did kundalini yoga with Yeva Don. I refreshed myself by entering the four-degree cold water pool and attended one of the shamanic concerts usually held in the late afternoon. All were extraordinary and made me forget the chaotic similarities of people in Bodrum. I also had the chance to stay in one of Scorpios Bodrum’s 12 bungalows. The best thing about these rooms is that apart from the serene and wood-heavy design, you see nothing else but the endless sea view stretching right in front of you. Complete privacy is created. THE BEACH IS IN A SEPARATE LOCATION All areas of Scorpios Bodrum are quite spacious and sectioned compared to Mykonos. The beach is one of them and is located separately from the main venue, Terrace. Frankly, this somewhat causes a division. Therefore, the ambiance of “I got out of the sea and now partying against the sunset” that you have at Scorpios Mykonos is not here. At the main venue Terrace of Scorpios Bodrum, everyone starts arriving dressed up around 7 pm. After dinner, they enjoy themselves in the VIP lounges in front and behind the DJ booth. Everything is a bit more orderly. NOW THERE IS A 25-YEAR-OLD RULE Just like all high-end venues in Bodrum, Scorpios Bodrum was also attracting or wanted to attract young people aged 15 to 20. But the Scorpios team made a very new and clear decision on this matter. They no longer admit anyone under 25 to the parties. When I chatted briefly with Thomas Heyne, who I met on the beach, he said the first thing about this was: Balance! Thomas says, “A venue should have young people and middle-aged people as well. People of all ages and backgrounds should be balanced.” He is right. I wish it could always be like that… But achieving this balance is a bit challenging in Bodrum. By the way, although Thomas said he was surprised by the abundance of villas everywhere in Bodrum, he mentioned that he likened the region’s vegetation to St. Tropez. When I asked him about his favorite place in Bodrum, he responded with: Türkbükü Köşebaşı. TRY EGGPLANT FETA Speaking of food, Scorpios Bodrum’s menu is priced in euros. But in terms of price-performance ratio, almost all the dishes on the menu are worth both your taste and the money you spend. For instance, the feta cheese with eggplant and served with Brazilian nut pesto (32 euros). Simply delicious! Or the lemon and zucchini pasta (34 euros)... Congratulations to chef Alexis Zopas for the menu's success, where most portions are for two people. However, I am curious as to why the vegan raw meatballs listed on the menu were removed. If I see him one day, I will ask him. A’dan Z’ye SCORPIOS BODRUM DENEYİMİ T homas Heyne ve Mario Hertel, Mykonos’taki Scorpios’u 2015’te açtıklarında ne istediklerini biliyordu: Sadece gece değil gündüzleri de vakit geçirilen, dj müziğinin yanı sıra sanat, tasarım, yemek ve şifa ritüellerini de kapsayan, Yunan agorası benzeri bir deneyim ve topluluk alanı yaratmak… Ama Thomas ve Mario’nun bu hayali bir anda gerçekleşmedi. İlk açıldıkları günlerde Yunanistan'daki borç krizi nedeniyle bankalar kapalıydı, kimse ne olacağını bilmiyordu. Çaldıkları etnik house müziğe çoğu insan alışkın değildi. Üstelik burada masaların üzerine çıkıp peş peşe şampanya patlatanlar da yoktu. Tüm bunlara rağmen Thomas ve Mario taviz vermedi ve adım adım Scorpios’un dünyasını oluşturmaya devam etti. Çünkü, “Eğer doğru insanları çekerseniz, size gelen yüzde iki geriye kalan insanları buraya getirir” mottosuna inandılar. Thomas ve Mario, mekanın genel tasarım felsefesi olarak ‘wabi-sabi’yi temel aldı. Sanki yıllardır oradaymış hissi vermesi için Scorpios’u doğanın üzerine değil, içine yerleştirdiler. Mekanın ismi için ilhamı ise 60'larda Mikonos'u meşhur etmiş Jackie Onassis’in ailesine ait özel adanın isminden, ‘Skorpios’tan aldılar. Tüm ünlülerin bir araya geldiği ve her şeyin daha masum olduğu o döneme istinaden mekanın ismi Scorpios oldu. Ve göz kamaştırıcı sonuç: Scorpios 2019 yılında Soho House ailesine dahil oldu. Bu yaz başında da Scorpios Bodrum açıldı. Sırada Tulum, Atina ve Dubai var… Encounters projesi ve müzik şirketiyle birlikte Scorpios’un kendi içeriklerini daha çok üretmeye başlaması da markanın bir diğer artısı. SCORPIOS BODRUM’UN EN ÇARPICI ALANI Peki Scorpios Bodrum nasıl bir yer? Öncelikle buranın uzun vadede değeri anlaşılacak en çarpıcı alanını söylemeliyim: The Ritual Space. Geomim’in tasarladığı bu alanda bambaşka boyutlara gidip geldiğim çarpıcı bir Sound Healing seansı deneyimledim. Yeva Don ile kundalini yoga yaptım. Dört derecelik soğuk su havuzuna girip yenilendim ve genelde akşamüstü yapılan şamanik konserlerden birine katıldım. Hepsi de olağanüstüydü ve Bodrum’un birbirine benzeyen insanlarının aynı davranışlar içinde olduğu çılgın kaosunu bana unutturdu. Scorpios Bodrum’un 12 adet bungalovundan birinde de konaklama şansım oldu. Bu odaların en iyi yanı, dingin ve ahşap ağırlıklı tasarımının yanı sıra hemen önünüzde uzanan uçsuz bucaksız deniz manzarası dışında başka hiçbir şeyi görmüyor oluşunuz. Yüzde yüz mahremiyet yaratılmış. PLAJ AYRI BİR YERDE Scorpios Bodrum’un tüm alanları Mykonos’takine göre hayli geniş ve bölüm bölüm. Plaj da onlardan biri ve Scorpios’un ana mekanı Terrace’dan ayrı bir yerde konumlanmış. Açıkçası bu biraz bölünmenize yol açıyor. O nedenle Scorpios Mykonos’taki, “Denizden çıktım, şimdi de gün batımına karşı partiliyorum” ambiyansı burada yok. Scorpios Bodrum’un ana mekanı Terrace’a herkes şıkır şıkır giyinmiş bir halde saat 19.00 gibi gelmeye başlıyor. Yemek sonrası da dj kabininin önü ve arkasındaki VIP localarda eğleniyor. Her şey biraz daha kurallı. ARTIK 25 YAŞ KURALI VAR Üst segment tüm Bodrum mekanlarında olduğu gibi Scorpios Bodrum’a da 15 ila 20 yaş arasındaki genç kitle akın akın geliyor ya da gelmek istiyordu. Ama Scorpios’çular bu konuda çok yeni ve net bir karar aldı. Artık partilere 25 yaşın altındakileri almıyorlar. Scorpios’un plaj kısmında tanışıp ayaküstü sohbet ettiğim Thomas Heyne’in bu konuyla ilgili söylediği ilk şey şu oldu: Denge! Thomas, “Bir mekanda genç insanlar da olmalı, orta yaşlı da. Her kesim ve yaştan insan denge içinde olmalı” diyor. Haklı. Keşke her zaman böyle olabilse… Ama bu denge Bodrum’da biraz zor. Bu arada Thomas, Bodrum’un her yerindeki villaların fazlalılığına şaşırdığını söylese de, bitki örtüsü bakımından bölgeyi St Tropez’e benzettiğini belirtiyor. Bodrum’daki favori mekanını sorduğumda ise yanıtı şu oluyor: Türkbükü Köşebaşı. PATLICANLI FETAYI DENEYİN Yemek demişken, Scorpios Bodrum’un menüsü Euro üzerinden. Ama fiyat-performans açısından bakıldığında neredeyse menüdeki tüm yemekler içinize, ayrıca verdiğiniz paraya değiyor. Mesela patlıcanlı feta peyniri ve üzerine Brezilya fındıklı pestoyla servis edilen tabak (32 euro). Tek kelimeyle nefis! Ya da limonlu, kabaklı makarna (34 euro)… Çoğu tabaktaki porsiyonun iki kişilik olduğu menüdeki başarısından dolayı şef Alexis Zopas’a tebrikler. Ama menüde yazan vegan çiğ köfteyi neden kaldırdığını da doğrusu merak ettim. Eğer bir gün görürsem kendisine soracağım.
- INSAN-2
Mayıs 2020 | İnsan | Antartika Antarktika’ya kendi kullandığı uçakla giden maceracı şef Yazı | Onur Baştürk Y eme içme dünyasına hakim olanlar şef Melih Demirel’i Nişantaşı’ndaki Frankie’den hemen anımsayacaktır. Frankie’den önce de kendi restoranı Tabla’dan. Gayet net hatırlıyorum; Nu Pera içinde 2014’te açılan Tabla hayli başarılıydı, ama ülkenin içinde bulunduğu türlü talihsiz durumlar nedeniyle bu restoran da kapanmak zorunda kalmıştı. Melih’in şeflik geçmişi Türkiye’yle sınırlı değil: Gramercy Tavern, French Laundry, Noma ve Narisawa gibi ünlü restoranlarda da çalışmışlığı var. Şu anda d.ream grubunun marka şefi olan Melih’in parlak kariyeri elbette şahane ama onu şahane kılan, daha doğrusu diğer şeflerden ayrılmasını sağlayan başka bir özelliği daha var: Bir anda karar verip yollara düşmesi! Zaten onunla konuşmak istememin sebebi de bu. Geçen yıl yaptığı 97 günlük Latin Amerika seyahati. Bu seyahatin neden sıradışı olduğunu okuyunca anlayacaksınız… Melih seninki sıradan bir seyahat değildi. Bildiğim kadarıyla gittiğin şehirlerde, hatta kasabalarda bir süre yaşadın ve oraların restoranlarında çalıştın… Evet, gastronomik açıdan zengin her yerde bir süre kaldım. Mesela Kolombiya gastronomik açıdan çok zengin değildi. Ama Arjantin gezip keşfettikçe daha çok şey sunmaya başladı ve yolculuğumun seyri bu zenginliklere göre değişti. Başa dönelim. Nasıl karar verdin seyahate? Neydi seni yola çıkartan? Tamamen plansız ve spontane bir karardı. İstanbul’daki ofiste bunalmış bir şekilde yorucu bir maliyet toplantısından çıkmıştım. Bilgisayara oturdum ve altı gün sonraya tek yön bir Lima bileti satın aldım! İnsan Kaynakları’na gidip ücretsiz izin formu doldurdum. Patrona bir mail attım ve sırt çantamı hazırladım! Çok iyi! Neden Güney Amerika? Gastronomik zenginliği ilgimi çekiyordu. Dahası, St. Pellegrino gibi uluslararası Top 50 değerlendirme ölçütlerinde Güney Amerika’dan çok fazla ülke yer edinmeye başlamıştı. Bir de kendimi donatmayı, farklı kültürler görüp bizim mutfağımızla kıyaslamayı çok seviyorum. Sonuçta biz şefler tecrübemizi tabaklarımızla misafirlerimize iletiyoruz. Ayrıca bu seyahatlerin mutfak milliyetçiliği tarafı da var. Duyduğumuz bu öncü mutfaklar neyi iyi yapmış? Yaptıklarını nasıl duyurmuş ve pazarlamış? Bizden daha iyi hangi ürünleri var? Bu dürtülerin tamamı beni yola çıkartan sebepler oldu. KİMİ DELİ MUAMELESİ YAPTI KİMİSİYLE DE DOST OLDUK Gitmeden önce çalışacağın restoranların şefleriyle yazıştın mı? Yoksa her şey yolda mı gelişti? Hiç hazırlık yapmadım! Hayatım boyunca planlı yaşamadım ki! Biz şefler bu konuda şanslıyız sanırım. Bıçak çantanızı alırsınız, bir şefin kapısını çalarsınız ve sahne sizindir. Girer 3-4 gün çalışır ve kendinizi göstermek için sanatınızı icra edersiniz. Şef sizin çalışmanızı beğenir, restoran çalışanlarıyla da enerjiniz tutarsa orada kalırsınız. Benim için bu hep böyle oldu. Restoranlar günde 14-17 saat boyunca zaman geçirdiğimiz yerler. Dışardan gözükmez ama mutfak çok iyi yağlanmış bir makine gibidir. Uyum çok önemlidir. İyi bir şef bu uyumu yakalayacağı elemanı ilk 10 dakikada anlar. Benim işe alımlarım da bu sebepten dolayı çok sürmez. Yola çıktıktan sonra merak ettiğim, yıllardır ilgimi çeken ve mutfak dünyasında yer edinmiş adamların kapısını çaldım. Kimisi içeri sokmadı, kimisi deli muamelesi yaptı! Kimi ile yakın dost olduk. 97 günlük gezinin tamamı böyle geçti. Sırasıyla nerelerde kaldın ve yaşadın? Önce Lima, sonra sırasıyla Iquitos, Bogota, Medellin, Guatepe, Cartagena, Santa Marta, San Andres, Lima, Cusco, Arequia, Puno, Copacabana, La Paz, Uyuni, San Pedro Atacama, Santiago, Mendoza, Salta, Buenos Aires, Mar del Plata, Puerto Madryn, El Calafate, Ushuaia, Montevideo, Asuncion, Sao Paulo, Rio de Janeiro, Belem ve son durak olarak New York. Peki nerelerde çalıştın? Lima’da Mo Bistro’da, Mercado Numero Trez diye bir pazardaki yerel bir ceviche dükkânında, ayrıca Maido restoranın sushi barında çalıştım. Arequipa’da İspanyollar öncesi Aymara kültürünü çok iyi korumuş yerel bir restoranda çalıştım. Buenos Aires’te ise ‘charcuterie’ yapan küçük bir aile işletmesinde kısa bir süre. Son olarak da NY’ta uzun zamandır hayran olduğum Ignacio Mattos ile uzun bir zaman geçirdim. BOLİVYA’DA ÇOK ZORLANDIM Yemek açısından seni en çok etkileyen yer neresi oldu? En zayıfı tartışmasız Kolombiya’ydı. En çok etkileyen ise çeşitlilik açısından Peru oldu. Kalite açısından ise Arjantin. Buenos Aires benim için en büyük gastronomik sürprizlerden biri bu gezide. Peki en çok zorlayan restoran ya da mutfak? Bolivya mutfağı. Ülke o kadar fakir ki… Paranızla bile keyifli yiyecek bulamıyorsunuz. Sabah kahvaltısında sıcak suya bayat ekmek banıyorlar. Ben de sıcak kahveye bayat poğaça banmıştım! Baharat o yükseklikte sıfır. Benim için zor birkaç gün olmuştu:) Çalıştığın restoranlarda farklı olarak neler gördün? 13 yıllık kariyerimde 47 ülke gezdim. Altı ülkede uzun süreli çalıştım. Ne kadar gezersem gezeyim, farklı gördüğüm tek şey ürün. Şaşırtıcı bir şekilde tüm dünyada kullanılan birkaç çeşit teknik her yerde karşımıza çıkıyor. Aslında toplumlar yıllarca benzer tekniklerle ellerindeki ürünü değerlendirmiş. Bu tekniklerin yüzde sekseni Mezopotamya’dan dünyaya yayılmış. Geriye kalan yüzde 20 teknik ise Latin Amerika topraklarından… Mesela Amazonlar’da fermente edilen meyve suları çok ilginçti. Meyveyi çiğ yiyemiyorsunuz, ama farklı yaprak ve enzimlerle fermente ettiklerinde içmeye doyamadığınız bir şey ortaya çıkıyor. Ya da mısır o kadar fazla ki, bu mısır çeşitliliğinden yapılan, bizim turşu suyuna benzeyen ‘chicha’ dedikleri bir içecek var. Yine ormanlardan toplanan, yendiğinde öldürecek kadar acı biberleri meyvelerle uzun süre bekletip korkunç lezzetli soslar elde ediyorlar. Umami Japonya’da çok baskın bir şekilde karşıma çıkmıştı. Bir de Amazon’larda! Dikkat et, ülke adı vermedim. Bu ormanlarda yenen yemeklerle şehirdeki yemeklerin hiç alakası yok. Deneyim açısından bir de şunu farkettim: Yeniliğe çok açıklar. Nikkei dedikleri yeni bir mutfak kültürleri var: Japon + Peru. Peru, ciddi bir Japon göç dalgası almış. Onların kültürüyle kendi kültürlerinin benzerlik ve farklılığını sentezledikleri yeni bir mutfak ortaya çıkarmışlar. Buna sahip de çıkmışlar. Korumacı milliyetçi tavrımızdan ötürü Türk mutfağının dünyaya pazarlanamadığını düşünen biri olarak, mutfak evliliğinin bu kadar benimsendiği ve uygulandığı bir yapı görmek beni şaşırttı. Ah, bir de tazelik… Bana deneyim açısından çok şey kattı. Biz tarladan sofraya diyoruz ya, çalıştığım mutfaklar bunu bir tık öteye taşımıştı. Her şey günlük ama pazarlar sabah 05’te kuruluyor. Çünkü soğutma sistemi yok. Pazarcı sadece satabileceği kadar ürünü getiriyor. Sabah 10’da satış bitiyor ve bu ürünlerle yemek yapan restoranlar açılıyor. BREZİLYA’DA KAHVALTIDA KURUTULMUŞ AT ETİ YEDİM! Yediğin en ilginç yemek hangisiydi? Kolombiya’da mango. İlginç değil, ama daha iyisini yemedim. Peru’da avokado. İlginç, çünkü en küçüğü hentbol topu kadardı ve anlatılamayacak kadar lezzetliydi. Arjantin’de La Brigada’da kaşıkla kesilen et nefisti. Brezilya’da ise kurutulmuş at eti yedim! Kahvaltıda kızartıp ekmek arası yiyorlar! Paraguay’da çikolata… Dünya üzerindeki çikolatanın yüzde 80’i ticari hale getirilmiş, monocrop dediğimiz büyük çiftliklerden. Paraguay Amazonları’nın içindeki bir köyde en eski çikolata bitkilerinden yediğimiz taze kakaonun içi unutulmazdı… Ağzım sulandı! Başka başka? Bolivya’da dana burnu çorbası içtim. Ekvator’da ise domuz kanıyla kavrulmuş akciğer yedim! Bana Gaziantep’te kahvaltıda yediğim ciğer kavurmasını çağrıştırdı. ANTARKTİKA’YA PIRPIR UÇAK KULLANARAK GİTTİM! Patagonya tarafına gittiğinde oldukça etkilenmiştin. Instagram takibinden hatırlıyorum. Neler yaşadın orada? En çok etkilendiğim katil balinaların fok avlama süreciydi… Tam da mevsiminde oradaydım ve izlemesi üzücü olsa da, izlediğim belgeselleri çeken ekiplerle oturup onları izlemek unutamayacağım bir şeydi. Dünyanın en nadir yunusları olan siyah beyaz yunusları görmek de paha biçilmezdi. Bir de dünyanın en hızlı eriyen buzullarını ziyaret etme şansı yakaladım. Bu hızla tüketmeye devam edersek 2035’de Patagonya’daki bu üç ana buzulun tamamen erimesi bekleniyor. Üzücüydü. Unutmadan, Ushuaia’ya kadar inip orada bir pilotluk kursunu tamamladıktan sonra uçak kiralayıp Antartika’yı havadan gördüm! Bu hayalim de gerçek oldu! Nasıl yani? O pırpır, ‘Cessna’ uçağı mı kullandın? Evet. Ushuaia’da bir pilot kulübü var. Oraya gidip bir haftalık kursu tamamladım. Uçakla ilgili tüm teknik bilgileri öğretiyorlar. Kursun son günü de iniş kalkışı sana yaptırıyorlar. Hatta ben “Bu iş ne kadar kolaymış” diye düşündüm. Belgemi aldıktan sonra 600 dolar verip yanımdaki lisanslı pilotun kontrolünde, ki o da 20 yaşında filandı, Antarktika’ya gidip geri geldim. 2.5 saat sürdü. İniş yapmadınız? Hayır, kışın gittiğimiz için iniş imkansızdı. Sadece havadan görüp geri döndük. Aslında Antarktika’ya tekneyle gitmek istiyordum, ama hem maliyet hem de mevsim izin vermedi. Yolculuğa daha devam eder miydin yoksa “Artık geri dönmem lazım” mı dedin? Yolculuk boyunca geri dönmem gerek demedim:) Yola çıkarken yanıma aldığım bir bütçe vardı ve ona sadık kaldım. Param bitince de döndüm. İNSAN | Kategorinin diğer yazıları Sosyal mesafe çemberinde sonsuza dek mutlu yaşadı… Ekmeklerinin en sıkı müdavimi Sezen Aksu En yeni seksi şef: Karpat Deviren GSA’yla bol olasılıklı konuşma: ‘Hayat ikna olduğun şeye dönüşüyor’ Bir Milanolunun gözünden ‘yeni normal’ ‘Normal’ değiliz hiçbirimiz Antarktika’ya kendi kullandığı uçakla giden maceracı şef Hareketli, yanık tenli, insan canlısı bir çocuk büyüttük Akyaka’da Transhuman evrimine hazır mısınız ’74PODCAST’lerde gelecek konuşmaları Korona günlerinde “Arizona Dream” Tulum’da karantinada olmayı dj Carlita anlatıyor Beden Oyunları Korona günlerinde Alaçatı Hayat, mutfağa kapanıp mükemmelin peşinde koşmak değil Çünkü aylarca çeşitli manastırlarda kaldım… Karantinada yalnız değilim, çünkü köpeğim Zeus var! Yalnız yaşama sanatı: Ohitorisama!
- DESIGN & INTERIORS | Yuzu Magazine
October 2024 | Art & Culture FOR TURKISH 5 MUST-SEE EXHIBITIONS in ISTANBUL words Burcu Dimili 1. NAZAN AZERİ, SONGS WITHIN ME @Loft Art The exhibition featuring works by Nazan Azeri in various mediums such as painting, photography, and video was opened under the curatorship of Nergis Abıyeva as this year's prestigious exhibition at Loft Art. The exhibition will be open for visits until December 1. 2. “2.5B” @YUNT Opened last year, YUNT welcomes the new season with the exhibition titled 2.5B, curated by Murat Germen. This exhibition, which will be on view until December 6, invites visitors to explore the universe of two-and-a-half dimensions, a representational method that exists between two and three dimensions. The artists featured in the exhibition are: Tanzer Arığ, Gökçen Ataman Tanyer, Nora Byrne, Gizem Çeşmeci, Nermin Er, and Semih Zeki. 3. TAVILOGLU COLLECTION, A COLLECTOR'S STORY @various locations The Taviloğlu Collection, which Mustafa Taviloğlu began with great excitement in 1972 and has continued to grow for 52 years, has met the audience through an exhibition spanning seven areas. Curated by Derya Yücel and Marcus Graf, the collection features works by 903 artists and includes 2,412 pieces. It will be open for visits until December 15. 4. ALEKOS FASSIANOS, SETTING SAIL FOR BYZANTIUM @Zeyrek Çinili Hamam The exhibition "Setting Sail for Byzantium," featuring the works of Greek artist Alekos Fassianos (1935-2022), will run until December 31, 2024, at Zeyrek Çinili Hamam. The exhibition brings together Fassianos' artworks with Istanbul's historical and cultural heritage. Curated by Anlam de Coster, the exhibition is organized in collaboration with the Alekos Fassianos Museum in Athens and takes place in the Byzantine cistern discovered during the restoration of the hamam. 5. AVNİ LİFİJ @1851.gallery Istanbul’s new gallery, 1851.gallery, opened its doors with previously unseen photographs by Avni Lifij. The first exhibition of the gallery, founded by Kerim Suner, features Lifij's photographs produced using platinum-palladium printing. If you'd like to see the works of Avni Lifij, one of the 1914 Generation painters, for the first time in a specially prepared exhibition a century later, be sure to visit 1851.gallery.
- DESIGN & INTERIORS | Yuzu Magazine
October 2024 | Art & Culture FOR ENGLISH İSTANBUL’DA GÖRÜLMESİ GEREKEN 5 SERGİ words Burcu Dimili 1. NAZAN AZERİ, İÇİMDEKİ ŞARKILAR @Loft Art Nazan Azeri’nin resim, fotoğraf ve video gibi farklı türlerden çalışmalarını bir araya getiren sergi Nergis Abıyeva küratörlüğünde, Loft Art’ın bu yılki prestij sergisi olarak açıldı. Sergi 1 Aralık tarihine dek ziyaret edilebilecek. 2. “2.5B” @YUNT Geçtiğimiz yıl açılan YUNT, Murat Germen’in küratörlüğünü üstlendiği 2.5B başlıklı sergiyle yeni sezonu karşıladı. 6 Aralık tarihine dek görülebilecek sergi, iki boyut ile üç boyutun ara noktasındaki bir temsil yöntemi olan iki buçuk boyut evrenini keşfetmeye davet ediyor. Sergide yer alan sanatçılar: Tanzer Arığ, Gökçen Ataman Tanyer, Nora Byrne, Gizem Çeşmeci, Nermin Er, Semih Zeki. 3. TAVİLOĞLU KOLEKSİYONU, BİR KOLEKSİYONER HİKÂYESİ @çeşitli mekânlar Mustafa Taviloğlu’nun 1972 yılında büyük bir heyecanla başlattığı ve 52 yıldır büyütmeye devam ettiği Taviloğlu Koleksiyonu, yedi alana yayılan bir sergilemeyle izleyiciyle buluştu. Derya Yücel ve Marcus Graf küratöryel imzası taşıyan, 903 sanatçının 2412 eserini barındıran koleksiyon, 15 Aralık tarihine dek ziyaret edilebilir. 4. ALEKOS FASSIANOS, BİZANS’A YELKEN AÇMAK @Zeyrek Çinili Hamam Zeyrek Çinili Hamam’da 31 Aralık’a kadar devam edecek olan “Bizans’a Yelken Açmak” sergisi, Yunan sanatçı Alekos Fassianos’un (1935-2022) eserleriyle İstanbul’un tarihi ve kültürel mirasını bir araya getiriyor. Küratörlüğünü Anlam de Coster’in üstlendiği sergi, Atina’da bulunan Alekos Fassianos Müzesi iş birliğiyle düzenleniyor ve hamamın restorasyon çalışmaları sırasında keşfedilen Bizans sarnıcında gerçekleşiyor. 5. AVNİ LİFİJ @1851.gallery İstanbul’un yeni galerisi 1851.gallery, Avni Lifij’in daha önce görülmemiş fotoğraflarıyla kapılarını açtı. Kerim Suner kuruculuğundaki galerinin ilk sergisi Avni Lifij’in platin-paladyum baskı ile üretilmiş fotoğraflarından oluşuyor. 1914 kuşağı ressamlarından Avni Lifij’in fotoğraflarını 100 yıl sonra ilk kez özel olarak hazırlanmış bir sergiyle görmek isterseniz yolunuzu 1851.gallery’ye düşürebilirsiniz.
- TASARIM | Yuzu Magazine | İstanbul
a FRENCH TOUCH in MOSCOW’s HEART THEIR FAVORITE EDIZIONE LIVING CORNERS, CHOSEN for YUZU - c h o i c e s - TURKISH ARCHITECTS at FERIA HABITAT VALENCIA SUMMER VILLA where MINIMALISM EMBRACES the ART of LIVING A TRANQUIL OASIS AN ART-FILLED, DYNAMIC NEW YORK HOME CRAFTSMANSHIP and SCANDINAVIAN ELEGANCE FOODIE ARCHITECTS: ALA ZREIGAT & OSCAR ENGROBA MINIMALIST PENTHOUSE in VANCOUVER LUXURY ACCESSORIES collaborations BRANDILERA HOUSE DESIGNING a COASTAL OASIS MODERN COUNTRY HOUSE in SOUTHLANDS SOUTHLANDS’deki modern KIR EVİ L’écho exhibition by JOUFFRE NYC 'MAYA' by REZZAN BENARDETE New expansions of Som Interior BOHO PENTHOUSE in NYC’S EAST VILLAGE CLEAN SURFACES and SOFT COLORS Meet STYLISH and EMURA, this SUMMER’S DUO 7 FAVORITE WATCHES of the SUMMER Show More